27 Ekim 2014 Pazartesi

Antropoloji...


Antropoloji; İnsanı en iyi anlayan ve anlatan ''BİLİM'' dir.

2 Ekim 2014 Perşembe

ANTROPOLOJİ ÜZERİNE SESLİ DÜŞÜNCELER




ANTROPOLOJİ ÜZERİNE SESLİ DÜŞÜNCELER[1]

SİBEL ÖZBUDUN

“Yeni çareler bulamayanlar,

yeni kötülükler beklesin.”[2]

İtiraf etmem gerekir ki sizlere imreniyorum.

Ne işle uğraştığınız ya da ne eğitimi gördüğünüz sorulduğunda “Kadın doğumcuyum,” diyorsunuz ve soru dolu bakışlarla, bıyık-altı gülücüklerle, hayret ifadeleriyle karşılaşmıyorsunuz.

Hemen herkesin sizin ne yaptığınıza dair bir fikri var.

Ama bizim durumumuz öyle mi ya?

“Antropologum” dediğimizde, karşımızdakinin daha nasıl telaffuz edileceğini bilmediği bir kavramı terennüm etmiş oluyoruz.

Ve uzaydan gelmiş muamelesi görüyoruz, çoğunlukla.

Bu konuda en bilgiç olanlar, “Ha, anladım, ‘ırk bilimi’” deyiveriyorlar ya da - ki bu daha da zorlaştırıyor durumu.

“Irk”ın bilimi olamayacağını, antropolojinin “ırk”ları artık biyolojik olgular olarak kabul etmeyip onları birer toplumsal-kültürel inşa olarak gördüğünü ve “ırk”lardan çok, “ırkçılık” gibi insanlığın başına bela kavramlarla uğraştığını, diliniz döndüğünce anlatmak zorunda kalıyorsunuz…

Bir başka deyişle, antropolojinin “ne olmadığını” anlatıyorsunuz. Sonra genellikle bekliyorsunuz ki karşınızdaki “Peki o zaman antropoloji nedir?” diye sorsun. Hevesle bekliyorsunuz ki, siz de en azından ne işle uğraştığınızı, işinizin mızrak ucu, bumerang, ya da ne bileyim yazma koleksiyonu yapmak ya da kafataslarını ölçmek olmadığını; konunuzun “insan” olduğunu, insanı biyolojik, toplumsal ve kültürel bir bütün olarak görüp, farklı insan toplulukları arasındaki benzerlik ve farklılıkları anlamlandırmaya çalıştığınızı anlatın…

Her ne hâl ise, o soru bir türlü gelmiyor.

Çünkü karşınızdaki, “ırk” düşüncesini o denli içselleştirmiş oluyor ki, siz insanları adına “ırk” denilen bir takım fenotipik kategorilere bölmek için nesnel kriterlerden yoksun olduğumuzu anlatmaya kalkıştığınızda, karşınızdakinin ilgisini birden kaybediyorsunuz…

Şu hâlde Türkiyeli bir antropolog daha baştan iki sorunla yüklü olarak başlıyor.

Antropolojinin ne olduğuna ilişkin genel bir bilgisizlik ve onun “ırklarla uğraşan” bir bilim olduğuna dair yerleşik kanı…

Aslına bakarsanız, bu topraklarda antropolojinin hiç de kısa sayılmayacak bir geçmişi var. Bu geçmiş, aşağı yukarı Osmanlı’nın entelektüel açıdan modernleşme ve uluslaşma çabalarına denk düşüyor; yani XIX. yüzyılın son çeyreğine.

Daha da ilgincini söyleyeyim, bu toprakları antropoloji kavramıyla tanıştıran, tıpçılar olmuş. Özellikle eğitim görmek üzere Batı ülkelerindeki tıp fakültelerine gönderilip de orada Darwin’in, Lamarck’ın fikirleriyle tanışan tıp öğrencileri. Bunlar ülkeye döndüklerinde, bu fikirleri yaygınlaştırmak üzere kolları sıvayıp dergiler çıkarmış, kitaplar kaleme almışlar. Bunlar arasında Beşir Fuat, Subhi Ethem, Edhem Necat, Memduh Süleyman gibi isimleri sayabiliriz.

XIX. yüzyılın siyasal ve toplumsal altüstlükleri sonucu altüst olmuş, göçen bir coğrafyadan bir “ulus-devlet”, üzerindeki karmaşık demografiden de bie “ulus” yaratma çabasındaki kurucu kadrolar da bu çabalarında antropolojinin bütün disiplinlerinden yararlanmazlık etmemişlerdir.

Evet, Osmanlı’nın çöküş sürecinde Balkan, Kafkas ve Mezopotamya’dan göç eden karışık, çok-dilli bir nüfustan yekpare bir “ulus” yaratma çabasında antropolojiye de bolca müracaat edilecektir. Alman romantisizminden devralınan “homojen bir kültür, tekil bir genotip ve ortak bir tarihe sahip ulus” fikri, böylesi bir popülasyon için uygun bir form olmasa da, Cumhuriyet’in kurucu kadrosu elinden geleni yapmış, sık sık kurmacaya başvurarak da olsa, ulusal bir mitos yaratmayı büyük ölçüde başarmıştır.

Bu çabada zaman zaman aşırıya kaçıldığı da doğrudur; Türklerin brakisefal Alpin ırkı mensupları olup Orta Asya’da yaşadıkları, burada (gemicilik dahil?) bütün uygarlık sanatlarını geliştirdikleri, Orta Asya kuruyunca da tüm dünyaya yayılıp dünya uygarlıklarının çekirdeklerini oluşturdukları yolundaki, kuşaktan kuşağa aktarılan mitos ya da buna eşlik eden sefalik ölçümler merakı gibi… Bu, Türk antropolojisinin “altın çağı”dır. Uzun süre Darülfünun bünyesinde hizmet veren Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi, Cumhuriyet döneminde Ankara’da yeni kurulan DTCF’ne aktarılacak, yurtdışına (Atatürk’ün manevî kızlarından Afet Afetinan dahil) pek çok öğrenci antropoloji eğitimi için gönderilecek, Eugene Pittard, Papillaud gibi antropologlar ülkeye davet edilerek görüşlerine müracaat edilecektir.

Ne ki, yer yer, özellikle de Avrupa’da Nazizm-Faşizmi’in yükseliş sürecinde ırkçılığa dek varan antropolojik faaliyetler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya’nın yenilgiye uğramasıyla apansız terk edilir, daha doğrusu arkalarındaki resmî destek çekilir…

Türk antropolojisinin “gaibet çağı” başlamıştır. Bundan sonra yetişecek kuşakların aklında yalnızca silik bir “ırkbilim” imgesi kalacak tarzda unutuluşa terk edilir. Yeri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya liderliğine savunan ABD’nin “kalkınmacı” paradigmalarının etkisi altındaki sosyoloji tarafından temellük edilir.

Böylelikle Türkiye’de antropoloji, DTCF ve İÜ Edebiyat Fakültelerindeki 25-30 öğrenci dışında yerini kimsenin bilmediği, egzotik bölümler olarak varlığını muhafaza mücadelesi verecektir.

* * *

Evet, Türkiye’de antropolojinin serüveni, özetin özetiyle bu. Neyse ki, son dönemlerde bu alanda, disiplinin makus talihini yenme konusunda bir canlılık gözüküyor. Özellikle kalkınma çabalarının nihaî hedefinin “insan” olduğunun anlaşılması, ve insanın biyolojik ve sosyalin yanı sıra, kültürel bir varlık olduğunun ve kültürün, anlaşılmadığı ya da dikkat edilmediğinde, geri tepebilecek bir silah olabileceğinin görülmesi, antropolojiye olan ilgiyi yeniden canlandırıyor bu ülkede. Yeni bölümler açılıyor, puan tutturma kaygısıyla bilerek, isteyerek antropolojiyi seçen öğrencilerin sayısı da öyle. Antropolojiyle ilgili kitaplar oldukça ilgiyle karşılaşıyor.

O zaman gelin, söyleşimizin geri kalan kısmını, “ulus kuruculuk” misyonundan sıyrılmış bir antropolojinin “ne” olabileceğini tartışalım.

Antropoloji, aslına bakılırsa, bir dizi iç gerilimle, çelişkiyle yüklü bir alan.

XIX. yüzyıl sonunda biçimlenirken, “insanın biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün oluşturduğu” yolundaki holistik paradigmaya dayandığı için, kuruluşu itibariyle pek çok ülkede ilgili bölüm ya da kürsüler, biyolojik ve sosyal/ kültürel antropolojinin birlikte yürütüleceği tarzda tasarlanmış. Ancak her iki -hatta biraz ileride göreceğimiz üzere üç- alt disiplin, XX. yüzyıl boyunca farklı yönlere doğru oldukça uzman bir birikim sağladıklarından, ve epey farklılaştıklarından, biyolojik ve sosyal antropolojin birlikte yürütüldükleri her yer bu ikilemi yaşamakta.

Antropoloji alanının bir başka gerilimi de, sosyal ile kültürel arasındaki çelişki. Aslına bakarsanız bu çelişki, disiplinin farklı mekânlarda, farklı (pratik) gerekçelerle biçimlenmiş olmasından kaynaklanmakta. Şöyle ki, antropolojinin kaynak noktalarından biri, döneminde bir sömürge imparatorluğuna hükmeden ve farklı toplumsal ilişkileri, organizasyonları yönetme sorunuyla karşı karşıya olan B. Britanya. Bu nedenledir ki, Britanya antropolojisi toplumsal örgütleniş odaklıdır, kültürün toplumsal’ı destekleyiş tarzları üzerinde durur ve başından beri, “sosyal antropoloji” olarak adlandırılır.

Antropolojinin biçimlenişinde katkıda bulunan ikinci rasyonel ise, ABD’de çıkar karşımıza. XIX. yüzyılda kıtanın yerlilerinden sağ kalabilenler, ya asimile edilmişler ya da rezervasyonlarda toplanmışlardır. Bir zihniyetler dünyası, bir hayat bilgisi tarzı, bir yaşayış biçimi gözler önünde yok olup gitmektedir. İşte ABD antropolojisinin itimini, bu “yitip giden dünya”yı kayıt altına alma, belgeleme çabası sağlar. XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyılın ilk yarısı boyunca ABD’li antropologların yaptıkları, bir zihniyetler haritasını, yani “kültür”ü ortaya çıkartabilmektir. Nitekim 1950’li yıllarda ABD’li sosyolog Talcott Parsons, sosyal bilimler arasındaki işbölümünü tesis ederken sosyolojinin görevini “toplumsal yapı ve örgütlenmelerin”, antropolojinin görevinin ise “kültür”ün, yani tikel toplumların yaşam tarzlarını çizen zihniyetler dünyasının deşifre edilmesi olarak kurgulayacaktır…

Kapsama alanı bu denli yaygın olan antropolojide çelişki bitmez. Bir üçüncü önemli çelişkiye değinip ondan sonra izninizle, biraz “kültür” kavramı üzerinde durmak istiyorum.

Üçüncü önemli çelişki, “psişik birlik” ile “görecilik” arasındaki çelişkidir. Hemen her antropolojiye giriş kitabı, “her insanın, homo sapiens sapiens türünün bir üyesi olmakla eşit olarak insan olduğu ve temel kimi zihinsel ilkeleri paylaştığını” söyleyerek başlar işe. Yani yeryüzünde tüm insan toplulukları bir dile, açık ya da örtük kurallara sahip belirli bir toplumsal örgütlenme tarzına, toplumsal denetim mekanizmalarına, üremeye ilişkin belirli kurallara, doğaüstüne ilişkin inanışlara vb. sahiptir ve bu açıdan birbirine benzer…

Buna karşılık antropoloji aynı zamanda kültürel görecidir; yani her bir topluluğu birbirinden ayırt eden ve her biri diğeri kadar meşru kabul edilmesi gereken farklı tarzlara, inanışlara, değer yargılarına vb. sahip olduğunu, yani kültürel göreciliği va’zeder. “Psişik birlik” ya da “evrenselcilik” eğilimi ile “görecilik” eğilimi sosyo-kültürel antropoloji içerisinde süregen bir çekişme kaynağıdır ve diyebilirim ki ne kadar antropolog varsa, bunların hangi dozajda karıştırılması (ya da hiç karıştırılmaması) gereğine dair o kadar farklı fikir vardır!

* * *

Her ne hâl ise, bu denli karmaşık (ve itiraf etmek gerekir ki, çok farklı rasyonellerin birleşmesiyle biçimlendiği için eklektik) bir yapılanışa sahip bir disiplinin sosyal/ kültürel dalının ana konusunun “kültür” olduğu fikri, günümüzde artık genel kabul görmüştür. Ama sorunların bununla bittiğini sanırsanız, yanılırsınız; çünkü bu kez “Kültür nedir?” sorusu çıkar karşımıza… En ilginç antropolojik “şaka”lardan bir tanesi, iki ABD’li antropologun, Kroeber ve Kluckhohn’un 1960’lı yıllarda yaptıkları tasnifte 164 farklı “kültür” tanımına rastlamış olmalarıdır. Varın günümüzde bu sayının kaça çıkmış olabileceğini siz hesap edin!

Belki sizlere göre biz sosyal bilimcilerin bir avantajı var: bizim tanımlarımızın çeşitli olması, insanı öldürmüyor. Öyle ya, siz örneğin bir komplikasyonu farklı tanımladığınızda ucu ölüme dek varabilen ciddi sorunlar çıkabiliyor ortaya. Bizler ise tartışıyoruz… aylarca, yıllarca. Sonra neden tartıştığımızı, hatta tartışma konumuzu bile unutup başka bir boyutta sürdürüyoruz tartışmayı!

Şaka bir yana, sosyal bilimlerde tanımların çeşitliliği, kuramsal yaklaşımların çeşitliliğiyle bağlantılı bir durum, bir başka bir deyişle, sosyal bilimlerde tanımın doğru olmasından çok yaklaşımın tutunumlu olması önemsenmekte - ya da postmodernizme kadar bu böyleydi. Bir başka deyişle, eğer antropolog toplumların fiziksel-biyolojik çevrelerine uyarlanma süreçleri üzerinde odaklanmayı öngören bir yaklaşım benimserse, kültürü “toplumların çevrelerine uyarlanma stratejilerinin bütünü” olarak tanımlayacak; yok sosyalizasyon ve kişilik biçimleniş süreçlerini önemsiyorsa, kültürü “topluma yansıtılmış kişilik” olarak tanımlamayı yeğleyecek vb. dir.

Ama işi daha fazla karıştırmayayım. Ben burada bir “kültür” tanımı vermektense, siyasal kullanıma bir hayli açık olan kavramla ilgili iki yanılgıyı tartışmak istiyorum. Böylelikle, antropolog bakışının en azından gündelik yaşamımızda sorgusuz kabul ettiğimiz yalınkatlıklarla erde ebilmemizde nasıl yardımcı olabileceğini göstermeyi umuyorum…Tartışmak istediğim; “ulusal kültür” ile “küresel kültür” kavramları…

Kapsamı son derece geniş ve neredeyse sonsuz ölçüde esnetilebilir, ne ki/ dolayısıyla bir o kadar da muğlak bir kavram olan kültür, aynı zamanda çeşitli güçlerin hâkim olmaya çalıştığı bir mücadele alanıdır da. Örneğin, “ulus-devlet”in kurucu ideolojisi, az önce de belirttiğim gibi, kültür üzerinde ezelî ve ebedi bir “tekel” oluşturma savındadır. Çünkü “kültür” özellikle ulus-devletleşme sürecine gecikmeli giren toplumlarda, bir “kurucu öge” sayılagelmiştir. *Adam Kuper, bir yapıtında, bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir Afrika ülkesinde bir yerli aydının çevresindekilere “Kendimizi batılıların “kultur” dediği şeyle donatmalıyız,” deyişini aktarır.* Bu tip toplumlarda kültür kavramının ulusun “ruhu” olarak tinselleştirildiği gözlemlenir. Bu “ruh”un bütünlüğü, saflığı titizlikle korunmalı, yabancı kültürler tarafından “kirletilmemesi”ne özen gösterilmelidir. Nitekim, Ziya Gökalp’in “ erde zihin ne ise cemiyette de hars (kültür) odur. Binaenaleyh, zihnin fazla inkişafı ferdî seciyeyi (karakteri) bozduğu gibi, medeniyetin fazla bir inkişafı da milli harsı bozar. Milli harsı bozulmuş milletlere dejenere milletler denir,”[3] sözleri tam da ulus-devlet kuruculuğunun bu “doğrultusu”na denk düşmektedir. Ziya Gökalp geleneğinin izleyicisi “milli kültür”cüler, her zaman “Batı uygarlığı” olarak okudukları medeniyeti “teknoloji”ye eşitleyerek, bunun “dengeli” ve “milli kültür”e ters düşmeyecek, onu bozmayacak ölçüde ve tarzda ithâlini savunagelmişlerdir.

“Milli kültür”cülük saflığını salt “dışarıya” karşı değil, “içeriye” karşı da koruma girişimidir aynı zamanda. Çünkü, bilindiği üzere, pek az “ulus-devlet” etnik açıdan “saf” sayılabilecektir; yeryüzündeki ulus-devletlerin hemen tümü, birden fazla etnik/ kültürel unsurdan oluşmaktadır. “Milli” kültürün inşaı sürecinde, bu etnik unsurlar arasında başat olanın, yani “ulus kurucu” etnisitenin kültürü referans alınır; çoğunlukla diğer etnilerin kültürlerinin yok sayılması ve/ veya yok edilmesi pahasına.

Dahası, “devlet”in kapsama alanı olarak “ulus”, tarihsel olarak kültürel bir kendilik oluşturamayacak kadar geniş bir birlikteliğe yayılır. Oysa, “milli kültür” tanımlamasının talihsizliği şuradadır ki, bu hâliyle, yani homojen olarak tasarlanan bir kültür, kendisini vasıflandıran “millet/ ulus”un, en azından varsayımsal bir geçmişte onu biçimlendirecek ölçüde darlığını, diyelim ki yüzyüzeliğini gerektirir. Yani en fazla bir soy ya da “boy”a, bir aşirete, bir aşiretler konfederasyonuna, bir köy yerleşimine, sınırlı bir teritoryal birliğe vb. gönderme yapabilir. Oysa “ulus” bu sayılanlardan çok daha geniş ve heterojen bir biçimleniştir. Dolayısıyladır ki, Benedict Anderson’un deyişiyle, uluslar “tahayyül edilmiş” cemaatlerdir ve bu hâllleriyle (çok farklı bölgeleri, farklı tarihleri paylaşan etnik grupları, ulusal sınırların dışına taşan paylaşılan dinsel aidiyetleri, toplumsal, kültürel bağları vb. kapsadıkları için) kültürel açıdan “saf” addedilmeleri, bir tahayyülden ibarettir; “ulusal kültür” de ideologlarının imal ettiği bir kurmacadır gerçekte. (Gerçekte ne denli küçük, coğrafi açıdan ne denli izole bir topluluğa gönderme yaparsa yapsın, “saf bir kültür”den söz etmek abestir. Tüm insan toplumları, gereksinimlerini mübadele ettikleri, birbirlerine kadın alıp verdikleri ya da savaştıkları bir toplumsal çevreye sahiptirler; ta insanlığın uzak geçmişindeki taş devri topluluklarına dek… Ve ister barışçıl, ister savaşçı, her “temas” aynı zamanda bir kültürel alışveriştir.)

* * *

Dedim ya, “kültür” çapraşık, tuzaklı bir kavram. “Milli kültür”cüler, onu saflaştırmaya çabalayadursunlar, küreselleşmeciler de onu “çoğulluk/ çoğulculuk” görüntüsü içinde tektipleştirme, tüm yerküreye yayılan bir “tüketim kültürü”ne dönüştürmeye çalışırlar.

“Küreselleşme”nin, kültürel azınlıkların sesini daha duyulabilir kıldığı, gelişen iletişim teknolojisi sayesinde yeryüzünün her bucağından insanların birbirleriyle temasa geçtiklerini, birbirlerinin kültürlerini daha yakından tanıma olanağını bulduklarını, kısacası “ulus-devlet”in etkinliği sönümlenmeye yüz tuttukça, ulusal pazarlar tek bir dünya pazarı hâlinde entegre oldukça, kültürlerin, kültürel ürünlerin daha bir sınır tanımazlaştığı yolundaki “küreselleşme güzellemeleri”nin yabancısı olamazsınız. “Bakın,” derler bunlar, “artık dünyanın neresinde olursanız olun, internet sayesinde çok uzak diyarlardan dostlar edinebilir, bir markete girdiğinizde dünyanın dört bucağından gelmiş ürünler satın alabilir, sözgelimi konserve kiwi yiyebilir, evinizin bir köşesine ahşap bir Afrika heykeli yerleştirebilir, Sahra-altı yerlilerinin müziğini dinleyebileceğiniz bir kaset edinebilir, Hint sarilerine bürünebilir ya da İnka yerlilerinin ördüğü kazaklarla ısınabilirsiniz. Brezilya halk danslarını, Japon dramasını, Samoyed göçerlerin yaşam tarzını, Kuzey Amerika şamanlarını, BaMbuti avcı-toplayıcılarının avlanma tekniklerini tanıtan belgeseller elinizin hemen altında. Hatta ulaşım teknolojisi öylesine gelişti ki, dilerseniz -ve tabii paranız varsa- turlara katılıp bu yaşantıları yerinde izleyebilirsiniz; en azından turistler için yeniden canlandırıldıkları hâllleriyle… Yeryüzü hem tek bir kültür hâlinde bütünleşirken, hem de şimdiye dek marjinal kalmış, seslerini duyuramamış kültürler daha görünür hâle geliyor. Küreselleşme, kültürleri birbiriyle kaynaştırıyor.”

Bu doğru mu? Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin kültürel etkileşimi ve erişilebilirliği şimdiye dek olmadığı kertede hızlandırıp yoğunlaştırdığı, kuşkusuz doğru; ancak kültürleri piyasanın talepleri doğrultusunda tektipleştirdikleri de. (Başka) kültürlerin ürünleri, tam da ancak “ürün”, daha doğrusu “meta” özelliği edindikleri, yani piyasada alınıp satılır hâle geldikleri ölçüde, Pazar içinde “görünebilir”leşmekte. Küreselleşme süreci, kültürlerin piyasayla uyumsuz yönlerini ise, görülmedik bir hızla yok ediyor. Kuşkusuz, kapitalizmle ilişkili olmayan ortam ve zihniyetlerin kültürel ürünleri, özgün bağlamlarından kopup piyasa için üretilir hâle geldikçe sakilleşiyor, “kitsch”leşiyorlar. Kuzey Amerika yerlilerinin artık düşleri yakalamak için değil, hediyelik eşya olarak imal edilen “düş ağları”; Avustralya aborijinlerinin sihrini yitirmiş bumerangları, konserve ya da “fast-food” Hint yemekleri, turistik kasabalarda vitrinlerde sac böreği açan köylü kadınlar, meraklı turistlere geleneksel dans gösterileri düzenleyen, ya da onlara artık yağmur yağdırma güçlerini yitirmiş tahta heykellerini pazarlamaya çalışan Sahra-altı Afrikalıları… Her biri, Kuzey’li homo consummerus’un metalaş(tırıl)mış “serüven” tutkusunu kâra tahvil etmeye yönelik devasa bir endüstrinin görünmez dişlilerine dönüştürülmüş değiller mi? Ve her birinin ömrü, her zaman daha fazlasını, daha gösterişlisini, daha görkemlisini arzulamaya ve elde etmeye/ satın almaya koşullanmış tüketim tutkusunun kullanım süresiyle sınırlı değil mi?

* * *

Evet kültür üzerine düşünmenin, bol bol düşünmenin, antropoloji geleneklerinin bize öğrettiği tarzda eleştirel düşünmenin bir faydası bu: ideolojik kestirmeciliklere teslim olmamayı öğreniyor insan… Bu ise, bir an için hiçbir pratik fayda sağlayamayacağını düşünseniz bile, insanın, her türlü içsel ve dışsal sınırlandırma girişimine karşı yazgısını kendi ellerine alma serüveninde önemli bir katkı sağlıyor. Bana kalırsa salt bunun için dahi, antropoloji bilgisi ve düşüncesi yaygınlaştırılmaya değer…

N O T L A R

[1] 2 Haziran 2009’da H. Ü. Kadın Doğum bölümü seminerinde yapılan konuşma metni… 3 Kasım 2011 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’de yapılan konuşma… Kaldıraç, No:124, Eylül 2011… Odak, SN:13, Eylül 2011…

[2] (Bacon.)

[3] Akt. S.Aydın, “Bir Kavramın Bunalımına Dair Düşünceler: Tarih Karşısında Kültür Kavramı”, Toplum ve Bilim, 2002: 94