30 Aralık 2014 Salı

Karsini'den Hışkdar'a "Abbas Ağa"


Doğup büyüdüğümüz, çocukluğumuzun , gençliğimizin  geçtiği yer hakkında çoğu zaman hiç bir bilgiye sahip olmuyoruz. Ancak kuşaktan kuşağa bazende değişime uğratılarak aktarılan bilgilerle yetiniyoruz. Bu aktarımlar bir yerde son buluyor, tekrarlanmiyor ve tüm bilgiler sır olup tamamen yok oluyor.
Arada bir zaman geçiyor, akabinde eğitimli geçmişine meraklı bir kuşak yetişiyor, tarihini merak ediyor olayların peşine düşüyor,  bilgi ve birikim barındıran kuşaklarin var olan bilgilerle beraber toprağa gömüldüğünden dolayi geride hiç bir ip ucu kalmiyor. Tamamen yok olan bilgilerin ardından , yazili bir belge bulmadan bir tarih yazmaya kalktığinizdan yazacağiniz tarih, tarihçe tamamen kurgudan ibaret olmuş oluyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü tarihin ne kadar değişime uğrarsa uğrasin gerçek payinin  büyük olduğuna  inanlardanim. Tabiki maksatli olarak çarpitanlar hariç...

Bu kısa girişten sonra bu yazımla Karsini köyünü ele alacağim; bu köy hangi tarihlerde inşa edildi , ilk yerleşimcileri kimlerdir, köyün ismi nerden geliyor.
Köy hakında bilgi aktarırken, elbette elimde kesin bir kanit yoktur sadece kadın bağıyla akraba oldukları Lek kanadından aktarılan bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Karsini köyü ve Abbas ağa hakında yazarken olmazsa olmazı kardeş köy olan Hışkıdar köyünü baz alarak açıklamak zorundayim. Çünkü elimde tek yazılı kaynak Hışkıdar köyü ile ilgilidir. Bu yazılı belgenin tarihinden yola çıkarak ve aktarılan sözlü tarih ile destekliyerek , ancak Karsini köyünün inşa tarihini ve ilk yerleşimcilerini tahmin ede biliriz.

Bu yazim tatmin edici olmasa da, bu konuda hikaye şeklinde bize anlatılanlardan edindiğim bilgi , bir sır olarak bende kalsın istemiyorum. Eksik yanlış bilgi varsa da bu aile bireyleri beni bağişlasinlar ve doğru bulduklarini kabul edecekleri gibi yanlış gördüklerini ise düzeltmeye gayret etsinler.

Konuyu iyi kavramak bakımından, bölge tarihine kısaca değinmekte yarar var diye düşünüyorum.

Mezopotamya coğrafyasında birçok Hanlık, Prenslik ve Beyliğin kurulduğu bilinmektedir. Abbasi devletinin son  dönemlerinden itibaren  Süweydi beylerinin kurup babadan oğula geçmek koşulluyla yönettikleri yari bağımsız Çapakçur (Bingöl) Kürt beyliği de bu beyliklerden biridir. Bu beylik 1750 li yılara kadar tamamen, 1750 den sonra 1870 li yılara kadar da kısmen Süweydi beylerinin hakimiyetinde olup en uzun ömürlü Kürt beyliklerinden biridir. 1750 li yılardan sonra Osmanlı padişahları hileli siyaset  yürüterek Kürt beyliklerini ortadan kaldırma girişimleri vardir. Dolayisiyla Çapakçur beyliği küçük parçalara bölerek , Amid`de, Harputa, Bitlise, Erzurum ve Erzincana baglamişlardir. İyiden iyiye zayıflanan Çapakçur beyliği 1873 yilinda tamamen ortadan kaldirilmiştir. Beyliğin dağılmasına rağmen Süweydi beylerinden Isfahan beyin soyundan olanlar verimli toprakları elerinde tutmayi başarmişlardir. Bu toprak parçasından biri 1550 tarihininden tutulan osmanli Tahrir defterine göre Kuruca yaylaqi (yaylasi)dir Sancak bölgesinin bütün meralari bu yaylaya dahildir, ayriyeten Kuruca dağının kuzeyine uzanarak Karsini, Zelxıder, ordan doğuya kayarak Celebi yine celebinin kuzey batısına kayarak Müsrüm ordan da peri vadisini takip ederek Paş köyünü içine almaktadir. 1550 tahrir kayitlarina göre Sadece Kuruca yaylasi ve günümüzde Pamuklu köyü olarak bilinen Paş köyü ``Peri-Paş olarak geçmektedir ve bu topraklar Isfahan beyin mülkahatinda olduğunu beyan etmektedir. Bu tarihlerde Sancak bölgesinde hiç bir yerleşim yerinin ismine rastlanmamaktadir.

Osmanlı arşiv vesikalarina göre Çabakçur Emiri İsfahan bey 1 Mart 1549 yılında vefat etmiştir. Isfahan beyin ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra yani 1600 yılında Isfahan beyin oğlu Sancak bölgesinde Lek köyünü inşa edip yerleşmiştir ve ordan elinde bulunduran geniş, verimli  topraklara sahip çıkıp yonetmişlerdir. Bu aile o bölgede Lek ağaları olarak nam yapmişlardir ve günümüzde de ayni  isimle taninmaktadirler.

Osmanli arşiv vesikalarinda kisa alıntılar aşağıya aktardıktan sonra söz konusu Karsini ve Abbas ağa konusuna devam edecegim.

Tabloda ismi geçen Göheriz günümüzde Çevrimpınar olarak degiştirilmiş isede halk arasında ``Göriz``(Goroz) olarak bilinmektedir. Çabakçur livasına bağlı olan bu nahiye , 1600 yılına kadar Isfahan beyin Lek köyüne yerleşen oğlu tarafından yönetilmekte olduğunu osmanlı arşiv vesikalariyla belgelidir.

         
Osmanlı arazi hukukunda Yaylak (Yayla).

Yazıdan da anlaşılacağı gibi, geniş bir coğrafyayi parselleyerek yayla olarak sürü sahiplerine „yağ, kuzu ve koyun karşılığında kiralayan toprak beyleri, yaylaciların  can ve mal güvenliğinden de sorumluluk üstlenmişlerdir. Yayla sakinlerine yönelik herhangi bir talan ve taciz vakası yaşandığından , toprak beyinin tayin ettiği asayiş ekipleri tarafindan derhal müdahale edilerek asayiş sağlanirdi...

Karsini  ve Abbas Ağa


Gerçek ismi Ulaş ağa, halk arasında ``UL`` olarak ifade edilmektedir. Dersim, Karsan bölgesinde 1710 ila 1780 yılarında yaşadiğini tahmin edilmektedir. İspatı olmamakla bereber 1770-80 yılarında karıştıkları bir olaydan dolayi, Ulaş ağa çocuklari ile  veya oğlu Abbas ağa   bazı akrabalari ile karsan bölgesinden göç etmek zorunda kalmişlardir.  Cinayet işleyip aileyi zor durumda birakan şahis Ulaş ağanın oğlu Abbas ağa olduğu rivayet olunmaktadir.

Abbas ağa bir kaç yakını ile önüne katıkları keçi sürüsü ile bölgeyi terk ederler. Uzun bir yürüyüşten sonra oldukça sık meşe ağaciyla kaplı bir derenin kenarına konaklarlar. Konakladıklari bu bölge gayet issiz ve herhangi bir yerleşim yeri bulunmamaktadir  ve Karsan bölgesinden yeterince uzaklaştiklarina inanarak, burda bir süre kalmaya karar verirler. Yerleştikleri bu cografya o tarihlerde Lek ağalarinin hakimiyetindedir. Ama bu toprak parçasi için Lek ağalari ile Kıği mirleri arasında büyük bir çekişme vardir, sürekli kıği mirlerinin talan, taciz ve hücümüne uğradiğindan dolayi, sürü sahipleri o bölgeyi kiralayip yayla olarak kulanmaktan kaçınırlar. Bu durum bölgenin issiz ve insansiz kalmasına neden olur. Belkide bu durum Abbas ağa ve yakinlarına yarar.

Bölgenin ıssızlığından yararlanarak, Abbas ağa ve yakınları meşe ağaclari keserek geçici bir barınak yapip günlük yaşamini sürdürürler. Bir hafta  kadar sonra, o bölgeye yaklaşan çobanlar, derenin yüz mettre kadar yukarısında ormanın olmadığı küçük bir tepenin düzlüğüne kurulmuş ağaçtan bir barınak ve sayisi oldukça çok bir   keçi sürüsünü görürler. Bu tuhaf durumu Lek ağalarına bildirirler.
Haber alindiktan sonra Lek beyi durumu inceleyip öğrenmek için iki adamini bolgeye gönderiyor.

Bir öğle vakti keçiler barınağın yanında yatarken, Abbas ağa ve adamları da barınak(Holık) da dinleniyorlar. Karşıdan iki atlının geldiğini fark ederler, bir süre gözlerler, görüş mesafesine girdiklerinde, Abbas ağa adamlarına sesleniyor – bu gelenler sıradan yolcu kişiler olmadıklarını  giyim ve kuşamlarında belli, hemen bir keçi kesip ateşte cevirin der!. Iki kişi keçi kesme işine girişirken, Abbas ağa ve diğeri de gelen atlıları karşiliyorlar.  Atlilar  selam verip atlarindan iniyorlar. Abbas ağa ve adamı büyük bir saygiyla gelen misafirleri barinağa davet edip yer gösterip oturturuyorlar.
Abbas ağa gelenlerın barındıkları topraklarla alakaları olduğunu tahmın eder.
Abbas ağa misafirlerden müsade isteyip dişari cikiyor. Keçi kesen adamlarına yaklaşiyor, - sakın keçinin kafasını gövdesinden ayirmayin, sadece boynuzları kırın, ağzından geriye doğru bir sırık geçirip közde çevirin der. Diğer iki adamı bu uygunsuz bir davranış olur diye itirazda bulunyorlarsada, Abbas ağa“hayır dediğimi yapın“ diyor.



Çevirip pişirme işi tamamlandıktan sonra, Abbas ağa sırığı cendekten çektikten sonra, pişmiş keçiyi büyük bir sini`nin içine yerleştiriyor parçalamasi için de yanına bir hançer koyduktan sonra, Siniyi alıp keçinin kafası misafirlerin önüne gelecek şekilde siniyi ortaya indiriyor. Ve sofraya buyrun sayin misafirler diye davet ediyor. Bu davranışa tanik olan misafirler, Abbas ağanın boş bir insan olmadığını, assil hanedan bir aileden geldiklerini anlarlar. Abbas ağanın bu taktikine davranış dili deniliyor, söz ile değil imalı davranışlarla karşıdakilere bir mesaj vermektir. Misafirlerin de ayni dille cevap verme zorunluğu doğuyor.
Misafirlerden biri bir an düşünüp yanlışa mahal birakmiyacak şekilde kafasında bir plan şekillendirdikten sonra; sinnide duran hançeri eline aliyor, sağ  kaburga üzerinde siniye yerleştirilen keçiyi sol kaburga üzerine çevirdikten sonra, sağ  kaburga etini ustaca kaburgadan ayıriyor. Kaburgadan ayırdigi et`ti altı parçaya böldükten sonra, hançerin ucunu bir parçaya batırarak, önce Abbas ağanın adamlarından başliyarak herkesin tabağına bir parça et bırakıyor, son ve zayif parçayi da kendi tabağına bıraktıktan sonra,  sağ  elinle sinninin ortasından tutup değirmen taşı  gibi yüz seksen derece çevirip, kafa kısmı  Abbas ağanın önüne gelecek şekilde bıraktıktan sonra geri çekilip duruyor. Bu davranış  da Abbas ağayi şaşırtiyor.

Soylu hanedan ailelerde bir adettir, misafir yameğe başlamadan ev sahibi başlamaz. Sofrada biri birine bakışiyorlar fakat misafirler bir türlü yemek yemege başlamiyorlar. Misafirler; ev sahiplerinden en genci olan Abbas ağanın çok zeki ve ailenin sözcülüğünü yaptığını  fark ederler.
Abbas ağa, sofranın başında bekleyen misafirlere dönüp „buyrun beyim bu sofra sizler için hazırlandı neden buyur muyorsunuz? Bir hatamiz mi oldu?.


Misafir: Abbas ağaya şu yaniti veriyor; - ''Kıyametin alametlerındendir; biri  yer biri bakarsa'' biz payımızı aldık, lütfen sinniyi kaldır gerideki çocuk ve bayanlara bırak , onlarda yemeye başlasınlar ki, yiyeceğimiz lokma boğazımızdan rahat geçsin.  Abbas ağa sinniyi kaldırıp barınağın kiler bölümüne bıraktıktan sonra sofraya geçip yemeklerini yiyorlar.

Yemekten sonra Abbas ağa soruyor, „beyim siz kalicimisiniz yoksa yolcu, bilmemiz gerekiyor. Neden?  geliş sebebi sorulmuyor cünkü kürd hanedanların bir geleneğidir, neden? Ve geliş sebebi ancak üçüncü gün soruluyor.

Abbas ağa hazırladığı sofranin ilginçliğinden dolayi, misafirler geliş sebeplerini açıklamaktan kaçıniyorlar ve Abbas ağaya şu yanıtı veriyorlar. - biz ayda Bir kaç   defa yaylakçileri ziyaret edip herhangi bir sorunlari olup olmadiğini soruyoruz. Sizleride burda fark edince, barindiğiniz bu topraklar da Lek beylerinin topraklari olduğu için, sizi de ziyaret gereği duyduk dedikten sonra, ordan ayrilip lek`e doğru yola çıkiyorlar.

Eve geldiklerinde Lek beyinin karşisina çıkıp bilgi vermek zorundadirler. O tarihlerde bölgede hüküm süren isfahan beyin torunlarından Qeyya (kaya) beydir ve yaşlılık dönemidir 60-65 yaşlarındadir, babası osmanlı devletine şehzade yetiştiren biridir, dolayisiyla kendisi zeki, eğitimli ve güçlü bir öngörüye sahiptir .

Adamları  karşısına çıkıp yaşayip  gördüklerini detayli bir şekilde Qeyya (kaya) beye aktariyorlar. Adamlarını dikatlica sonuna kadar dinledikten sonra, elini anlına dayayıp kısa  düşündükten sonra , başını kaldırıp adamlarına şu yanıtı veriyor. Sofranın size sunuşu şekliyle, şunu anlatmak istemişlerdir. 1 biz zor durumdayiz sizlere sığındık, bu bizim kellemiz ister Azad edin isterse calad. Bu davranışları da assil hanedan bir aileden geldiklerinin işaretidir. 2 „''ew kesana Kar-zanın, ``kar-zanın`` Kar-zan. Türkçesi ``Onlar işini bilenlerdir, iş bilen, iş bilen``. Sizin de en akılıca davranişiniz o hayvanın başını  koparmayişinizdir. Eğer ki o hayvanın başını koparıp bir kenara indirseydiniz, asla ve asla yanımda yeriniz olmazdi. Qeyya beg bu davranışlarından dolayi her iki adamını ödüllendiriyor...

Aktarilan rivayetlere göre, Qeyya beyin „Kar-zan“ kelimesinden dolayi o aileye „malè kar-zan`an“ denmeye başlanmiştir. Daha sonra „Kar-zan“ kelimesine bir harf degişikliği ve sonuna (i) harfi eklenerek ; Karsini şeklini almiştir. Yani Kar-zan Karsini şeklini alarak o yerleşim yerinin ismi olmuştur. Ikinci bir rivayet ise, aile Karsan bölgesinden geldiklerinden dolayi , Karsan kelimesi zamanla Karsini şekline dönüşmüştür. Tabiki bunlar anlatimlardan ibaret`tir, gerçek nedir bilemiyoruz.


                                  Abbas Ağa ve adamlarinin Lek ziyareti

Bu ziyarete değinmeden evvel, çok eskilere giderek bölgenin demografik yapısından söz etmekten  fayda ver diye düşünüyorum.

1500 yılarında asimile edilmiş çok sayida Çerkez kökenli aileler; Osmanlı padişahi tarafindan, Palo, Harput, Dersim ve Bingol arasında kalan Dep „Karakoçan bölgesine yerleştiriliyor. Bölgeye yerleşen çerkezler  asimile oldaklari gibi bölgenin yerli halkini yani kürtleri asimile amaciyla o bölgeye gönderiyorlar. Zamanla çerkezler yerli halki rahatsiz etmeye başliyorlar. Bu durum Palo beyi olan Cemşid bey`in hiç hoşuna gitmiyor. Bunun üzerine Cemşid bey çerkezleri kendi beylik topraklarının sınırlari dışına  sürüyor. Öbür yandan Çabakçur beyleri de çerkezlerin kendi beylik sınırlarına girmelerine izin vermiyorlar. Çerkezler Kıği'nin kuzeyinedeki dersim Erzincan sınırının birleştiği dağlık alana yerleşiyorlar. Osmanlı yönetimi Kürd beyliklerini ortadan kaldirmak niyetindedir. Dolayisiyla çerkezlerden özel eğitikleri bazı şahsiyetleri Erzincan ve Kıği yönetimine getiriyorlar. Bu iki yerleşime hakim olan çerkez kökenli türkler 1750li yıllarında çabakçur beyleri üzerinde büyük baskı unsuru oluyorlar. Buna karşı  çabakçur beyleri direniyor ve akabinde kavga gürültü başliyor. Çabakçur beylerine diş geçirmiyen Kıği mirleri, günümüzdeki derin devlet yapılanmasi gibi, çeteler kurup yasadışı faliyetlerde bulunuyorlar. Kurdukları çeteler eliyle özelikle Lek ağalari hakimiyetinde ki yaylacilari taciz ediyorlar ve mallarıni talan girişiminde bulunuyorlar. Amaçlari halki yıldırıp oralardan uzaklaştirmaktir. Lek ağaları ile kıği mirleri arasindaki kavga gürültü 1920 yılarına kadar devam ediyor, çıkan çatışmalarda büyük bedeller ödeniyor. Neticede osmanlı desteğini arkasına alan Kıği mirleri, Lek ağalarini tamamen ortadan kaldiramiyorlarsa da başari ibresı kıği mirlerinin leyhine oluyor. Abbas ağa ve adamlarinin lek ziyareti böyle kavgali bir güne denk geliyor.

Abbas ağa ve iki adamı yerleştikleri karsini de geçicide olsa kalmalari için, Qeyya beyden izin almak için, bir çok değerli hediyelerle Lek köyüne gidiyorlar.  Öğle sofralar seriliyor yemekler diziliyor, kalabalık bir cemaat sofrada yemek yerken bir hizmetçi Qeyya beyin yanına yaklaşiyor kulağından bir şeyler söyledikten sonra dönüp dışari çıkiyor.

 Yemekten sonra sofra toplaniyor, Qeyya bey adamlarina işaret edip hepsi dışari çikiyorlar. İçerde Abbas ağa ve iki adami yanlız kaliyor, tabiki abbas ağa olağan üstü bir durumun olduğunu fakat ne olduğunu anlamaya çalışiyor. Bir ara misafirlerin  herhangi bir ihtiyaci varmı  diye içeri bir hizmetçi giriyor. Abbas ağa durum nedir? Diye soruyor. Hizmetçi: kalabalık bir gurup kuruca dağı  ve civarındaki  tüm sürüleri biribirine katıp kıği yönüne doğru götürmek üzere talan etmişler, diye cevapliyor.

Abbas ağa iki adamiyla hemen ayağa kalkıp, dışarda talanın önünü nesıl kesileceğine dair talimatlar veren Qeyya beyin yanina gidiyorlar.

Abbas aga: beyim müsadenizle biz üçümüz de emrinizdeyiz, adamlarinizla beraber gitmeye hazırız.

Qeyya bey: hayir asla musade veremem siz misafirsiniz, başınıza bir şey gelirse, demezler mi Qeyya bey misafirlerini kavgaya yolayıp öldürtü. O zaman toplum içinde başimizi kaldırıp insanin yüzüne bakamaz oluruz.

Qeyya beyin tüm itirazlarina karşılık, abbas ağa çok israr eder ve neticede qeyya beyi ikna edip ottuz kişilik bir gurupla zag üzerinde korbox dağına yönelirler. Ikindi vakti, günümüzde kurè  Mamud ağa dağı  eteklerinde talancilarin önünü keserler. Talancilarin sayisi 70-80 civarindadir.

Lekten giden gurup talancilarla şidetli bir çarpışmaya tutuşurlar. Lekten gidenlerin içinde biri var ki, iki metre boyunda esmer tenli, gözlerinden ateş püskürüyor. At üzerinde gözüne kestirdiği kişiyi yıldırım hızıyla tek kılıç darbesiyle yere indiriyor. Bu kişi Abbas ağadan başkasi değildir.


Carpişma öyle şidetleniyor ki, dağın edekleri kana boyaniyor . Bir- iki saatlik mükaameten sonra talancilari perişan ediyorlar sağ  kalanlar kığiye doğru kaçiyorlar. sürüleri geri alıp tekrar yaylalara yönlendiriyorlar.


Kuşaktan kusağa aktarıla gelen  bilgilere göre, bu çatişma 1700 yillarinin sonlarinda yaşanmiştir. Kimi rivayete göre çetecilerden on iki, kimine göre de yirmi kişi vurulmuştur, bir o kadari de yaralanmiştir. Öldürülenlerden yedisi Abbas ağanin kıliıciyla yere düstüğünü söyleniyor. Lek´ten gidenler ise beş alti kişi hafif kılıc darbeleriyle yara alarak gerisi sağ  selamet geri dönüyorlar. Bu olay bölgede yaşanan en kanlı çatismalardan biridir.

Abbas ağanın gösterdiği üstün cesaret ve kahramanlığı, Qeyya beyin büyük taktir ve sevgisini kazaniyor. Bunun üzerine Qeyya bey karsini bölgesini hiç bir bedel almadan Abbas ağa ve kardeşleri ,kala bildikleri kadar kalacaklarini ve hiç bir vergi öşür ödemiyeceklerine dair yazılı bir belge verdikten sonra,  Abbas ağaya keskin bir kılıç ve arkadaşlarini da çeşitli ödüllerle  ödüllendiriyor.


Böylelikle abbas ağa ve ailesi karsini de kaliyorlar daha sonra ev yapip temelli yerleşiyorlar.

Yaşanan bu olaydan sonra Abbas ağa Lek ağalari ile iyi bir dosluk geliştiriyor. Kış mevsimi yem yetersizliğinden dolayi , abbas ağa lek ağalarina ait Hışkdar köm`ünü  de kiraliyarak. Kış ayları hışkdar da keçilerini besliyor baharla beraber karsiniye gidiyor.


Dostluk ve iş münasebetlerinden dolayi Abbas ağa sık lek köyüne gidip geliyor. Genç  ve bekar olan Abbas ağa, Qeyya beyin kızı Firince hatuna aşık oluyor. Adamlarini istetmeye gönderince , Qeyya bey Abbas ağa gibi biri damadi olmasini red etmiyor ve kızını Abbas ağaya veriyor.


Düğün edip Firince hatunu karsiniye gelin götürüyorlar. Eskiden adet idi evlenen kız senesı dolduktan sonra  ``zeyiti`` baba evi ziyarete götürülüyordu.

Firince hatunun zeyiti günleri yaklaştığında, Abbas ağa kara, kara düşünüyor. Firince hatun baba evine gitmeden bir gün önce .Abbas ağa bazi tavsiyelerde bulunuyor.


Abbas ağa eşini karşisina alip: hanım baban bir beydir ve oldukça varlıklıdir. Döneceginiz gün sana sürüler ve deve yükü altın ve mücevher verirse de asla ve asla kabul etmiyeceksin. Sebebini sorarsa, ev yapacak bir arsamizin olmadiğini emenet topraklarda yaşadigimizi ifade edip, Hışkdarda ki kömü mülk olarak sana versin yeterdir. Kendimize ait bir yurdumuz olmuş oluyor.


Bu nasihatan dolayi Firince hatun baba evi dönüşünde, babasinin verecekleri tüm hediyeleri red ediyor. Tabiki qeyya bey kızının özel bir isteği olduğunu fark ediyor. Qeyya bey soruyor, kizim ne istiyorsun?.


Firince hatun: baba ben evlendim, bir bey kızı olarak  agaç dikecek bir karış  toprağımız yok, hışkdar da ki kömü bana hediye ederseniz çok sevınırım  diyor.


Qeyya bey : evet kizim haklisin ``bu dünyada yeri olmiyanin, öbür dünyada da yeri olmaz`` der. Ve kağıt kalem alarak Hışkdar kömü ve bir bölüm araziyi hise olarak kızına verdiğine dair sened imzalayip altina mühürünü basip veriyor.


Böylelikle abbas ağanin isteği de yerine gelmiş  oluyor. Akabinde Abbas ağa karsinide ki kardeşlerinden ayrilip Hışkdara gelip yerleşmiş  oluyor.
Kisa bir süre sonra Qeyya bey vefat ediyor.
Abbas ağanin lek ağalarindan kız almasiyla Ulaş ağa  ailesi ile akrabalık bağı kurulmuş oluyur. Bu nedenle karsinide kalan kardeşlere lek ağalarinin herhangi bir mudahalesi olmuyor. Bir de karsininin lekten çok uzak oluşundan dolayi fazla ilgi gösterilmiyor. Tabiki sorun burda bitmiyor, bu defada Ulaş ağanin çocuklari ve Kıği mirleri arasinda sorun yaşaniyor ve yıllarca kavga gürültü devam ediyor.  Ulaş ağanın çocuklari ile başa çıkmiyacaklarini anlayan   kıği mirleri bariş yolunu seçiyorlar. Kardeşlerden birine önemli bir görev veriyorlar. Daha sonra o kerdeş kığinin kejkan köyüne yerleşiyor. Burdaki amac Ulaş ağa ailesinin desteğini Lek ağalarindan koparmaktir. Kurulan akrabalıktan dolayi daha sonraki yıllarda Ulaş ağanin torunları  , kıği mirlerinin mahyetıne girmelerine rağmen  leklilere yönelik kirli planları el altinda leklilere bildirmişlerdir ve bir çok plan boşa çikarilmiştir.

Kıği mirlerı mahyetinde görev yapan Ulaş ağanın torunları, kığı mirlerinin zayıf düştüklerı bır dönemde, insiyatif ele geçirip. Keklik, köçet , kejkan ve bir çok yerleşim yerlerinde geniş topraklar elde edip, karsıni de çoğalan akrabalarını bu köylere yerleştirmişlerdir.

1820 yılarina gelindiğinde kıği mirleri devlet gücünü de kulanarak lek beylerinden önemli şahsiyetleri gerekçesiz yere tutuklamalarini sağlamişlar. Harput'ta  mecburi iskana tabi tutmuşlardir. Bu tarihten sonra lek ağalari reforma giderek o topraklar üzerinde yaşiyanlara toprak dağıtmişlardir, gayeleri sancak bölgesine türklerin sokulmamasidir. Araştırmalarımda çıkan sonuç, sancağin genelinde Birkaç  ermeni aile dışında. Bir türk(cerkez). Bir acem. Birde  moğol kökenli aile yaşamaktadir. Gerisi tamamen Kurmanci ve dimili konuşan kürdlerden oluşuyor.

Reform yapilirken topraklarin önemli kısmını satarak devr etmişlerdır, kemah köyünün  en önemli toprak parcasini 1760-70 yıllarından kemah köyüne gelip yerleşen Lek ağasi ailesinden olan Molla Ali`ye devr edilmiştir, günümüzde yüzbaşi ailesi olarak tanınmaktadirler. Meşhur kuruca yaylasi ise Abbas ağaya verilmistir.


Kimse köy tarihçelerini kayit altına almadığından dolayi , bir çok bilgi yok olmuştur. Arazıları satın alan köy sakinları tek geçım kaynağı hayvancilik olduğundan dolayi, brokrasidan habersizdirler. Satın aldıkları topraklar düzmece evraklarla kıği mirleri kendi adlarına geçırmişlerdir. Dolayisila zavalı halk satın aldıkları toprakları ikinci bir defa kıği mirlerınden satın almak zorunda kalmişlardır. (kuşkondu) Gelan köyü de bunlardan biridir. Ve buna benzer vaka bir çok köyün başına gelmiştir. Konumuzu dağıtmamak için detaylara girmek istemiyorum...

                                       Kuruca yaylasinin abbas agaya verildigine dair belge.

Tercümesi
Bais-i Mülkneme oldurki.
Bin iki yüz kırk beş senesinden itibaren ba berati padişahla mutesarrıf olduğumuz  Sancak kuralarından kamah nam-i karyemizin muzafatında kuruca yaylaqi  maruful beyan Ulaş'zade Abbas ağa sadık ve hulasa emekdar ve iş-güzarımız olup kendunun bedeli hizmeti için yaylaqi mezküri merkume  mülk eyledim. Gidip mütesarruf olsun ve hüsnü rızamiz ile Abbas ağa gidip yayla edip ewladi, ewladi, evlat ila zuriyetine kadar tasarruf edip mülki olduğundan bir kimsenin medhali ve taarruzi olınmiye tarafımızdan ve tarafi aharimizden mumaniat etmeye ve huddudi erbaasi; bir tarafı kamah yaylası ve yol ile kumık sinorıne ve değirmen taşı, andan böyük taş ve andan böyük sırta gelir ve andan Resul deresi ve andan ester goli  ve andan kamah yaylasına wasıl olur. Bu hududi ile mahdud olan yaylaqi Abbas ağaya verdım ve mülk eyledım.Bir kimse dahl eylemeye vakti hacette mülk senedi olune.

Sahipleri:  
(Eyyub beyzade Mehmet bey.)    (Lek-ağasi Begzade bey.)      (Ali bey.)
             Mühür                                          Mühür                         Mühür

Şühudulhal: (Sahitler)
Canbegli Süleymam.  Uzunsewatli Osman Elha. Karavelyanli Şemdin bin Hasan.    
           İmza                                        İmza                                 İmza
Ve ğeyrihim.(Ve diğerleri)

Osmanlıcada bazı kelimelerin anlami; 1  ba berati padişahla (Padişahın onayi ile). 2 mutesarrıf (Sahip olmak).   3 Sancak  kuralarından (Sancak bölgesinde). 4 maruful beyan (Adi  geçen kişi) 5 yaylaqi mezküri merkume (Adi geçen yayla). 5  huddudi erbaasi ( Hududun dört tarafı). 6 Bu hududi ile mahdud olan yaylaqi ( bu hudutlarla belirlenen yayla). 7  medhali (mudahale). 8 kamah nam-i karyemizin  (Kemah isimli köyümüz).  9 Karye (Köy).

   Günümüzün Türkçesi ile:
Mülk senedidir.
Bin iki yüz kırk beş senesinden itibaren, Padişah onayi ile sahip olduğumuz Sancak bölgesinden Kemah isimli köyümüzün sınırlarına dahil Kuruca yaylasini Adı geçen Ulaş oğlu Abbas ağa  sadık ve dürüst emekdar ve iş yürütenimiz olup kendisinin hizmet  karşılığı  için ismi geçen yaylayi mülk olarak verdim. Gidip sahiplensin ve hüsnü rızamiz ile Abbas ağa gidip yayla edip evladi, evladi, evlat ila züriyeti olana kadar sahiplenip, mülkü olduğundan dolayi hiç kimse müdahale edip işgal etmiyecektir. Tarafımızdan ve ahalimiz tarafından mani olunmiyacaktir. Ve hududun dört tarafı;  bir tarafı  kemah yaylasi ve yol ile Kumuk sınırına ve değirmen taşı, oradan büyük taş ve devamla büyük  sırta gelir ve ordan Resul deresi ve ordan da ester gölüne  ve ordan da tekrar kemah yaylasından birleşir. Bu hudutlarla  çevrili  yaylayi Abbas agaya mülk olarak verdim . Hiç kimse mudahale etmiyecektir.  Resmi işlemlerde kulanmak için bu bir mülk senedidir.
                                           Lek ağasi Beyzade bey
                                               Mühür ve imza

Not: sınırlar cizilirken Değirmen taşından söz ediliyor. Bu taş kuruca dağının en yüksek noktasında bulunan yel değirmenidir. Bu taş 1985 yılına kadar sapa sağlam yerinde duruyordu. Yöre halki tarafindan bu taşın kutsallığına inanilirdi ve her yıl bir çok kişi tarafindan ziyaret edilirdi. 1985 yılından sonra bazı ceberut cahil kişiler tarafından hazine arama amaciyla bir tonluk taşı imha edip bin yıllık bir eseri ortadan yok ettiler.

Bu senet Hicri 1245 (M.1829) yılında verildiğine göre , şimdi ise Hicri tarih 1433 dir. M.2012 tarihi itibari ile, Hicri takvimin yılda 10 gün eksikliği hesaba katarak miladi takvimine göre Tam 183 yıldir bu belge korunmaktadir.


İş bu belge 2010 yılında aslına uygun Arapça alfabesinden  Latin alfabesine çevrilmiş olup günümüzün türkçesi ile açıklanmiştir.


Hazirlayan Beyzade bey torunlarindan Yasin Bayanay

Bu belge bilinmiyen tarihin bazi noktalarini açikliyacak niteliktedir. Bu belgenin tarihinden yola cikarak, Ulaş ağa ailesinin karsiniye yerleştigi tarihi tespit etmek mümkündür. Abbas ağanin yaşadığı tarihi tespit etmek mümkündür. Bu belgeyi Abbas ağaya veren kişi Qeyya beyin tornu beyzade beydir. Öyle anlaşiliyorki kuruca yaylasi  1829 yılında qeyya beyin tornu tarafından abbas ağaya verildiğinde  bu tarihte Abbas ağanin yaşlilik dönemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü abbas ağa Qeyya beyin kizi ile evli. Sened veren Qeyya beyin oğlu değil, tornudur. Qeyya beyin tornu Beyzade bey o tarihlerde Abbas ağanin cocuklarinin yaşıtı olduğunu düşünüyorum.

Belgenin verilis tarihini kaynak alarak, 2011 yilinda Abbas ağa torunlarindan Filit Baycuman`in hazirladiği Ulaş ağa Soy ağacindaki kuşaklarin üzerinde de hesap çikardiğimizda, Abbas ağa 1750-55 doğumlu olduğu ortaya çıkiyor . Beş veya on sene yanılgi payi olmakla beraber, evlilik yaşi 25-30 arası kabul edersek Abbas ağanin evliliği 1780-85 yılarina denk gelir. Ulaş ağa ailesinin 1770-80 yilarinda karsiniye ilk gelişleri idiamiz çok isabetli olur diye düşünüyorum...

Ilk olarak 1970 yılında Hışkdar köyüne gittim. O tarihlerde en çok dikatimi çeken şey, hışkdarlıların babayığıt ve çok uzun boylu olmaları idi. Efsanede tarıf edilen Abbas ağanın fiziği yapısyla örtüşüyorlardı. Ape Nıfsi, Ape kazim, Mehemedé ape hemid çok uzun boylari ile örnek gösterılecek şahıslar idi.  yaşli kuşak 1905 ila 1912 doğumlu olanlardi. Bir kişi hariç hepsi tahsil görmemiş kişilerdi. Dolayisila anlatimlari tarih değer taşımiyan  bilgiler idi. 1928-29 yılarında dönemin olaylarından dolayi yakalanıp Erzurum hapishanesine atılam Mahmud orada bölgemizin ünlülerineden  Yado'nun arkadaşlarından Sadié telho ile koğuş arkadaşi olmuştu ve ceza evinde Medrese  eğitimi almişti. Yedi yıl hapis hayatında kısmen din egitimi alıp Melle Mahmud olarak köye dönmüştü. 1970 li yıllardan sonra ilk olarak çocuğunu yüksek tahsile gönderen melle mahmud oldu. Okuyan oğlu Cemal beyle iyi ilişkilerimiz oldu aramizda derin bir dostluk gelişti. Aramızda gelişen samimi dostluğa ragmen dünya görüşümüz ayri idi. Özelikle  sohbetlerimiz tarih, müzük ve bilimsel analizler üzerine olurdu. 1979 yılında Ulaş ağa hakında geniş bilgi  Karsini köyünden Aziz Özbek`ten alabileceğimi söylemişti. Agustos ayının sonlarında Karsiniye doğru yola koyuldum, beş- altı saatlik bir yaya yürüyüşten sonra Karsiniye vardim. Tabiki şans yaver gitmemişti, köy sakinleri yaylada olduklarından dolayi köyde sadece bazi gencler vardi. Aziz özbek`in kücük oğlu Hasan yanlız evde idi. Akşam etrafima toplanan cemaat, yanlış hatirlamiyorsam  ismi Eli`è Raif olan kişi hariç diğerleri benden birkaç yaş  büyük genclerden oluşuyordu. Sabah ziyaretimin sebebini onlara aktararak geri döndüm. Aradan bir yıl geçti Eylül ayinin ilk günleri idi . Misafirlerimin olduğu bir öğle vakti dışarda bir atlı göründü. Bana çok yabanci bir sima idi. Dışarı çıktım atliyi karşiladim. Içeri buyurdum. Gelen misafir bir çay içtikten sonra, gideceğine dair müsade istedi acilen kejkan köyüne gitmesi gerektiği aktardi.
Peki ziyaret sebebiniz ve kim olduğunuzu öğrene bilirmiyim soruma, şu cevabi verdi. - Ismim Hüseyin Karsini köyünden Ezizè Letif ağanin oğluyum. Sizi karsiniye davet etmek için geldim, mümkün ise Ekim sonu veya Kasım ayı içinde gelirseniz memnun kalırız,. Cünkü o aylarda herkes köyde mevcuttur.
Kasim ayı içinde karsiniye gideceğime dair söz verdim. Misafirim vedalaşarak yola devam etti. Ne yazik ki bu ziyaretim gerçekleşmedi. Cünkü kısa bir süre sonra  “Dè ewladè xwe avèt“ deyimine uygun, 12 Eylül darbesi yaşandi. Bu süreç içinde ben de bölgeyi terk etmek zorunda kaldim.

Sonuç; yazimin başında da belirtiğim gibi, Abbas ağa ve karsini efsanesi salt anlatımlarla dinlediklerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Abbas ağanin soyundan bazılarının, Abbas ağanın bölgeye gelerek bir evlilikle mal mülk sahibi olduğunu övgüyle anlatıklarına tanık oldum. Tabiki gerçek bu değildi. Abbas ağa ve kardeşleri, hayatlarına mal olabilecek tehlikelere girerek kendilerinden bahs ettirmeyi ve yer edinmeyi başarabilmişlerdir.
Ulaş ağanın soyundan çoğalıp,''UL''  kelimesinden türeyip ''Uliki'' aşireti ismiyle günümüzde nufusça geniş bir aşiret halini almiştir... 

Kuruca Dağı fotoğrafı, Abbas ağa torunlarından Ferit Baycuman tarafından çekilmiştir.

Saygılarımla...

 Yasın Bayanay

bayanay.y@hotmail.com 

Not: Bu yazı Sayın Yasin Bayanay'ın izni dahilinde, http://antropolojitr.blogspot.com.tr/  adresinde yayınlanmıştır.

Kuruca Dağı 24.12.2014

KURUCA DAĞI ÖZET BİLGİ
Kuruca Dağı (2372 m) Bingöl ili Kuzey batısında yer alan, yazın özellikle küçük baş hayvancılığın yaygın olarak yapıldığı ve geçmişte yaylacılığın yaygın yapıldığı önemli bir dağdır. Kuruca dağında arıcılıkta yapılmakta olup bitki örtüsü bakımından zengin bir faunaya sahiptir. Kuruca dağı özellikle mayıs ayında çeşitli kuş türünün barınağı niteliği taşır. Kuruca dağında, boyu 50 cm olan engerek, yine boyu 2,5 veya 3 m uzunluğuna ulaşan kırımızı Boa yılanı gibi, daha bir çok yılan türüne rastlamak mümkün. Çevresinde yakın yerleşim yerleri mevcut. Kuruca Köy ü adını bu dağdan alır. Kuruca Geçidi, yine zorlu kış şartlarında ulaşımın çok zor sağlandığı bu bölgede bulunur. Bingöl - Elazığ karayolu dağın güney yamacının alt kısmından (Kuruca Geçidi) geçer. Dağın doğusunda Yaygınçayır Üsküdar mezrası ve Uğurova köyü bulunmaktadır.
      Kuruca dağı zengin su kaynaklarına sahip. Dağdan çevre köylere döşenen boru hatlarıyla su ihtiyacı giderilmektedir. Geçmişinde zirvesinde Ermenilere ait Yel değirmeni kalıntıları bulunmakta. Yine Ermenilerin yaylası dağın güney tepesi ile (1.zirvesinin) doğu tepesi arasındaki çukur alanda bulunmaktadır. Kar yağışı miktarına göre kar kalma süresi genellikle haziran ortalarına kadardır. Kar kalma süresi çok nadir Temmuz ayının ilk haftasına kadar sürebilir.

21 Aralık 2014 Pazar

Yaygınçayır / Üsküdar 23.05.2011


20 Aralık 2014 Cumartesi

Kitap: Tüfek, Mikrop ve Çelik

Ciltli Kitap

Tüfek, Mikrop ve Çelik
(Yeni Eklenen Bölüm: Japonlar Kimdir?)
Orjinal isim: Guns, Germs and Stell - The Fates of Human Societies

Jared Diamond

Tübitak Yayınları / Popüler Bilim Kitapları
Neden Avrupalılar Amerika'yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa'yı keşfetmedi?" 
Bu basit sorunun ardında insanlığın MÖ 11.000'den günümüze tarihi gizli. Fizyoloji profesörü Jared Diamond, 
Tüfek, Mikrop ve Çelik'te, aklımıza gelmeyen, geldiğinde çocukça bulduğumuz soruların yanıtlarını araştırırken, 
tarımın başlamasından yazının bulunuşuna, sinlerin ortaya çıkışından imparatorlukların kuruluşuna, tarihin seyrini 
belirleyen pek çok önemli adımı ayrıntısıyla inceliyor. İnsan toplulukları arasındaki farklılıkların, eşitsizliklerin 
nedenlerini, temellerine inmeye çalışarak sorguluyor; günümüz dünyasını biçimlendiren etkenlerin izini sürüyor... 
Biyoloji, jeoloji, arkeoloji, coğrafya gibi değişik bilim dallarından beslenen, "Batılı" koşullanmalardan arınmış, 
geleceği gösteren bir tarih kitabı.

(Arka Kapak)


Türkçe (Orijinal Dili:İngilizce)
610 s. -- 2. Hamur-- Ciltli -- 14 x 22 cm 

Ankara, 2002

Anthropologie ~ İnsan Bilimi: Bronislaw Malinowski (1884-1942),Ethnologist

 Anthropologie ~ İnsan Bilimi

Bronislaw Malinowski (1884-1942), Ethnologist

Bronisław Kasper Malinowski (7 Nisan 1884 - 16 Mayıs 1942) 

Polonyalı antropolog, bilim insanı. Şu anda Polonya sınırları içerisinde bulunan Avusturya - Macaristan bölgesi topraklarında doğdu. Etnoğrafik alan çalışmalarının öncülerinden biri olmasından dolayı 20. yüzyılın en önemli antropologlarından biri olarak tanınmaktadır. Kültürel antropoloji öğreti ve çalışmaları ile birlikte, Malanesia antropoloji araştırmalarına büyük katkı sağladı.

Biyografi
Malinowski Krakow, Polonya'da doğdu. Üst-orta sınıf bir ailenin mensubuydu. Babası profesör, annesi toprak sahibi bir ailenin kızıydı. Çocukken zayıftı ve sıklıkla hasta oluyordu ama buna rağmen derslerinde üstün başarı gösteriyordu. 1908'de Jagiellonian Üniversitesi'nde felsefe doktorasını yaptı. Bu arada aynı üniversitede fizik ve matematik çalışmaları yapmıştı. Üniversite öğrenimi sırasında yine hastalığı tekrarladı. Halbuki James Frazer'ın Altın Dal isimli eserini okuyarak antropoloji üzerine yoğunlaşmaya karar vermişti. Sonraki 2 seneyi Leipzig Üniversitesi'nde Charles Gabriel Seligman ile antropoloji çalışarak geçirdi. Bu zaman zarfında James Frazer ve diğer Britanyalı yazarlar arasında iyi bilinen bir pozisyona gelmişti. Bu nedenle Malinowski 1910'da London School of Economics'de öğrenim görmek üzere İngiltere'ye gitti.
1914'de Mailu'da alan araştırmalarını denetlediği yer olan (Papua Yeni Gine'de) Trobriand Adaları'na gitti. Sahadaki bu meşhur seyahatinde kıyı şeridinde bulundu. I. Dünya Savaşı başladı ve Britanya kontrol noktasındaki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kutuplaşması neticesinde Avustralya yönetimi kendisine iki opsiyon tanıdı; kendisi Trobriand Adaları'na sürgün edilecek ya da savaş esnasında gözaltında tutulacaktı. Malinowski, Trobriand Adaları'nı tercih etti. Bu süre zarfında Malinowski Kula'daki saha çalışmalarını denetleme fırsatı buldu ve şuan antropolojik metodolojide kilit rol oynayan katılmacı gözlem kuramını oluşturdu.
1922'ye kadar Malinowski antropoloji alanında doktora derecesini kazanmıştı ve London School of Economics'de eğitmenlik yapıyordu.

Çalıştığı üniversiteler
London School of Economics
Londra Üniversitesi
Cornell Üniversitesi
Harvard Üniversitesi
Yale Üniversitesi
Bibliyografya


Trobriand Adaları (1915)
Batı Pasific Argonutları (1922)
İlkel Toplum Miti (1926)
Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek (1926)
Yabanıl Toplumda Cinsiyet ve Baskı (1927)
Kuzeybatı Melanezya'da İlkel Seksüel Yaşam (1929)
Mercan Bahçeleri ve Onların Sihiri: Trobriand Adaları'ndaki tarım ritüelleri ve toprağı işleme yöntemleri üzerine bir çalışma (1935)
Bilimsel Bir Kültür Teorisi (1944)
Büyü, Bilim ve Din (1948)
Kültürel Değişimin Dinamikleri (1945)
Kavramın Sınırlı Anlamına İlişkin Bir Günlük (1967)
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Bronis%C5%82aw_Malinowski


26 Kasım 2014 Çarşamba

Yaygınçayır Köyü / Üsküdar Mezrası


20 Kasım 2014 Perşembe

Din olgusu ile Modern Kölelik...


''Din olgusu ile, toplumların 12 bin yıllık tarihlerinde, şükür kavramı üzerinden aldatılmaları, bu uzun sürede uyanamayan nice uygarlığı oluşturan Homo Sapiensin, aslında günümüzde de bu ilkel özelliğini sürdürmesi, çokta akıllı bir canlı türü olduğunu söylemek yersizdir.Örneğin,Peru'daki İnkaları yok eden İspanyol Francisco Pizarro´nun ve diğer soykırımcıların elinde barutlu tüfek vardı. Bunun yanı sıra İnkalar, Catequil adı verilen şimşek ve yıldırım tanrısına inanması onların sonunu getirmişti.Çünkü barutlu silahın gürültüsü işgalcileri, İnkalıların gözünde Tanrı yapmıştı.. Toplumda, din olgusu yaşam koşulları arasında derin çelişki çok açık bir kanıttır.Son günlerde madende hayatını kaybeden bir işçinin babası yırtık karalastik ile tüm topluma ibret olmalı. Günümüzde modern kölelik denilen taşeron kavramı tüm insanları düşündürmüyor mu? İnsan yaşamı evrende bir kelebeğin ömrüne denktir. Bu kısa sürede hep ezilip yontulan kısım, saf inanç duygularıyla. ahirette bir umut bekleyerek gözlerini hayata acı ile kapatır.''
Antropolog F.BAYCUMAN

19 Kasım 2014 Çarşamba

BİR ALIÇ HİKAYESİ / KURUCA DAĞI 19.10.2008


BİR ALIÇ HİKAYESİ.
   Alıç toplamaya gidiyoruz....
Rüzgarın uğultusu, konağın dış duvarlarından, pencere kenarındaki çatlaklardan kulağıma geldiğinde zaman akıp geçmiş, gece uyuyamamıştım. Şimdi vakit sabahın şafağı...
Henüz yıldızlar kaybolmaya başlamış, horozlar ötüyordu, gök yüzüne pencereden bakıp havanın kapalı olup olmadığını kontrol ediyordum. Bulutlar kapatmışsa maviliği, gezimiz iptal olurdu. Çıkamazdık ya! yağmur bulutlarının, sonbahar şimşeğinin şiddetli sesleriyle, doluları, yamaçlara serperken...
Evet, bulutlar dağınık halde, gökyüzünde süzülüyorlardı. Alıçlar bizi bekler şimdi. Tadına doyum olmazdı alıcın. Artık güneş yükselmiş, sabahın güzelliği ortaya çıkmıştı. Sobalar kurulmuş, üzerine ekmeği atıp ısıttıktan sonra arasına çökelleği banardık. Sonra közde kaynamış, berrak suyla demlenmiş çayın tadı başka olurdu. Bazen ısınmış ekmeği çiğnerken çayı üzerine yudumlayınca ağzımızı yakardık.
Kahvaltının huzuruna diyecek yoktu. Şöyle günümüzde ki gibi, bir yığın kahvaltılık olmazdı. Çay, şeker, ekmek ve çökellek... Bunlar yetiyordu.(Yıllar sonra, buradan yola çıkarak, insanların neden her zaman huzursuzluk içinde olduklarını çözmüştüm artık. Kanaat getirmeyip, elindekiyle yetinmeyi becerememek, bu huzursuzluğun asıl nedeniydi.)
Konağın bir çardağı vardı. Merdivenlerden aşağı inerken, hemen ahırın küçük penceresi gözüme ilişirdi. Sanki o karanlık, küçük pencereden her baktığımda bir şey gelip beni yiyecek hissine kapılırdım ve tüylerim ürperirdi...
Arkadaşlarımızla toplanmıştık, Uzun yolculuk başlamıştı. Yolda içimiz kıpır kıpır, heyecandan türküler söyleyip gidiyorduk. O kadar yürekten okurduk ki anlatılamaz o duygu. Sararmış yaprakların görüntüsüyle, esen sert rüzgarın tenimize dokunuşuyla yol alıyorduk. Artık meraların, olduğu kısımlara gelmiştik. Oradan yukarılara daha da yukarılara çıktık. Karaboğa Dağlarının gevenlerini görmeye başlamıştık artık. Rüzgar, orada çok daha farklı esiyordu, kurumuş geven dikenlerinden, kurumuş kengerlerden süzülen rüzgar, adeta melodik ses olarak kulağımıza fısıldıyordu...
Berivanların yaz dönemlerinde gelip süt sağdıkları beriler, boş duruyordu. (Beri her iki tarafı sur olan açıklıktır. Koyunlar  ya da keçiler o surların arasından geçirilerek düzenli ve sorun çıkarmadan, bir kişi başlarını tutarak, berivanlar tarafından sağılırlardı.)
Sonbaharda  öten kuşlarda yoktu artık. Göç etmişlerdi sıcak bölgelere. Halbu ki  mayıs-haziran aylarında yavrulama dönemlerinin sonuna kadar cıvıl cıvıl sesler ve bir çok kuş türü olurdu.
Bunları yazarken içim gidiyor, özlüyorum çocukluğumu ve o güzel günleri. Sanki cennet o günleri yaşadığımız yermiş gibi geliyor bana. Her şey saf ve doğaldı. Arkadaşlıklar çok samimi ve dürüstlükle sürdürülürdü, misafirperverlik vardı. Oda sohbetleri her şeye değerdi. Hem biz günümüz çocukları gibi değildik. Saygıyı iyi bilendik, sevgiyi en güzel şekilde yaşayandık. ’’Günümüz çocukları, medyanın etkisiyle, teknolojinin kötü kullanımından dolayı o duyguları taşımıyorlar artık. ‘’ (Gelecekte robotlaşmış duygusuz insan kitleleri haline dönüşecekler.)
Biz alıca dönelim, Artık Kurt Kalesinin olduğu kayalık bölgedeyiz. Etrafımızı kontrol edip kayalıklarda oturduk .O anda Kupık, Kure Mahmud Ağa, Canbelli, Kuruca Dağının doruklarını seyrediyoruz. Ardımızda da Kork mezrası ve Turkan görünüyor hafiften....
Yola devam ettik. İlerledik arada küçük çalılar görüp seviniyoruz ama yanına gittiğimizde bir alıç bile yok...
Saat öğle vakitlerine yaklaşmış, bizde yorulmuştuk. Bir şeyler atıştıralım diye durduk. Daha önce ekmek ve çökellekten hazırlattığımız toplarımızı kuru kuru yemeye başladık. Çiğnedikçe tadı başka olurdu...
Bir yamaca doğru geldiğimizde üzerinde turunç renkte büyük alıçların olduğu alıç ağacını gördük. Olgunlaşan alıçlara, ağacı hafif silkeleyince  ulaşmak kolay oldu, hepsi yerlere serildi  ve biz bu taze alıçları arada bir atıştırıp toplamaya başladık. Küçük çuvallar vardı bizde. Çuvallarda sıkışan alıçlar yürüdüğümüz her dakikada kokusu yayılmaya başladı. Kokusu da çok güzel mübarek meyvanın...
Artık eve dönmenin zamanı gelmişti, gökyüzü bulutlarla kaplanmaya başlamıştı. Biz yine türküler söyleyerek yolumuza devam ettik. Karaboğa ardımızda kalıyordu ihtişamlı bir şekilde. Artık köyün yukarısındaki çayırlara ulaşmıştık... Yaz kış sürekli akan çeşmelerimiz bu bölgede mevcut. Orda suyumuzu içtik doya doya...
Alıç getirdiğimiz için keyfimize diyecek yoktu. Arkadaşlarımla vedalaşıp Konağın önüne geldim. Yaşlı Konak bana bakıyordu. Merdivenleri yavaş yavaş tırmanıp, salona geldim. Odanın kapısını gıcırdayarak araladım...Ocakta çaydanlık kofur kofur kaynıyordu...
Alıç Hakkında!
Alıç, Türkiye’nin birçok bölgesinde yetişen yabani bir meyvadır. Çekirdeği sert bir yapıya sahip 3 veya 4 parçalıdır. Turunç, krem rengi ve kırmızı ya yakın renklerde olduğu gibi sarımtırak renkte de çeşitlilik gösterir. Tadı ekşimsi tatlıdır. Lezzetlidir. Çerez niyetine yenilebilir. Reçel, hoşaf, turşu gibi tüketim alanlarında kullanılabilir.Şifa niyetiyle kullanılabilir. Alıç, özellikle meşeler yapraklarını kızıla bürüdüğü, sonbahar yağmurlarının ve sert havaların artık kendini  gösterdiği dönemlerde olgunluğa erişir. Alıç hikayeleri her zaman anlatılırdı Doğuda.

KURUCA DAĞI / BİR ALIÇ HİKAYESİ
19.10.2008
F.BAYCUMAN (Antropolog)
Not:İzinsiz yayınlanamaz!


15 Kasım 2014 Cumartesi

KORK MEZRASI 2009

''Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.''
                                                                                         Franz Kafka

KORK MEZRASI

photo by F.BAYCUMAN
30.06.2009

12 Kasım 2014 Çarşamba

Avrupa Uzay Ajansı (ESA), Rosetta ile Kuyruklu Yıldız'a Araç indirdi






ESA, kuyruklu yıldızın üzerine philae modülünü indirdi.
Avrupa ülkelerinin oluşturduğu Avrupa Uzay Ajansı (ESA), bugün bir ilki deneyerek 67P/Çuryumov-Gerasimenko Kuyruklu Yıldızı üzerine "Philae" isimli modülü indirmeyi başardı. Dünya'da hayatın oluşumuna dair ipuçları arayacak olan "Philae"yi taşıyan uzay aracı Rosetta, söz konusu kuyruklu yıldızın yörüngesine 10 yılda ulaşabilmişti.

On yılda yaklaşık 6.,5 milyar yol kateden "Rosetta" adlı uzay sondasının, çamaşır makinesi büyüklüğündeki "Philae"yi Türkiye saati ile 10.35'te kuyruklu yıldıza 22,5 kilometre uzaklıktan bırakması planlanıyordu. Ardından bu saat 11.03'e çekildi. Ancak Philae'nin uzay sondasından bırakılması 11.30'u buldu.
Roseta, Güneş sistemi içindeki milyonlarca kometre süren 10 yıllık yolculuğu sonrası Ağustos'ta kuyrukluyıldıza ulaştı ve etrfında bir yörüngeye oturmuştu.1.3 milyar euro'luk proje, 1993 yılında onaylanmıştı.
Philae'nin iniş yaptığı bölge
HAYATIN OLUŞUMUNA DAİR İPUÇLARI ARAYACAK!
Philae'nin inişten sonra zeminden örnekler alması ve beraberinde getirdiği üç laboratuvar cihazıyla deneyler yapması bekleniyor. Spektrometre yardımıyla incelenen maddelerin türleri belirlenecek, kuyruklu yıldızda bulunan moleküllerin yapısı aydınlığa kavuşacak. Aminoasit gibi organik maddelerin bulunması halinde, veriler Dünya'da hayatın oluşumuna dair önemli ipuçları sunacak.
Güneş Sistemi'nin buzdolapları olarak görülen kuyruklu yıldızların 4 milyar 600 milyon yıl önce oluşmuş maddeyi hâlâ sakladıkları biliniyor. Öte yandan bilim insanları Dünya'ya suyun kuyruklu yıldızlardan gelip gelmediğini de anlamaya çalışacak. Rosetta ve Philae üzerindeki kameralarla kuyruklu yıldızın yüzey haritası da çıkarılacak. Böylece 67P/Çuryumov-Gerasimenko haritalandırılmış ilk kuyruklu yıldız olacak.

Not: Haber Kaynağı: http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27560316.asp

8 Kasım 2014 Cumartesi

Yaşlılık Zordur:Hepimiz yaşlanacağız!

   Zaman akıp geçerken, neleri kaybettiğimizin farkında olmadan, uyuşturulmuş, tutsak haline gelmiş ruhlarımız acı çekmektedir. Bir ağıt; kardeşim Dünya'da ölüm olsa da, yaşlılık olmasa...
Neme lazım, ağır adımlarla yürüme eğilimine girmiş yaşlı bir teyze, diye uyuşmuş ruhumuz bize fısıldar. Sana ne! Görmezden gellll! 
Sanki o ruh hep sahip olduğu bedende duracak gibi hareket ederiz. Yaşlılık, birden ortaya çıkan, ve sadece yaşlıları kapsayan bir kavrammış gibi algılayıp kulaklarımızı tıkarız: Biz yaşlan mayacağız...
Ama teyzenin bakan bir oğlu var! Peki biz yaşlandığımızda, bu günün gençleri yaşlılarına sahip çıkacak mı? 
     Minibüs tıka basa dolu! Tam ışıklara yakın durakta yaşlı bir teyzeyi alıyor ve Yaşlı teyze minibüse zor biniyor. Ayakta duran yolcular içerisinde, kırışmış göz kapaklarının altında sessizce oturan gençleri izliyor. Henüz 15.-17  yaşında gençler, Liseliler...
Başlarını eğmişler ve görmezden geliyorlar Yaşlı Teyze'yi. Bu nesil yaşlılarına saygı göstermediği gibi, kendi yaşlılarını bir kaşık suda boğmazlar umarım.
    Bizler, gelecekteki yaşlılarız. Nasıl bakarsak, çocuklarımızda öyle bakacaklar bizlere...
Yaşlılarımıza sahip çıkalım...

7 Kasım 2014 Cuma

Amaç ve Araç yer değiştirirse...!


    İnsan için, Saygı ve saygının temeli olan sevgi en büyük hazinedir. Günümüzde,insan ilişkilerini zedeleyen en büyük neden, maddi kazanımların ön plana çıkması, kısaca para kavramına olan aşırı tutkudur. Aşk ile paranın karşılıklı savaşında galip olan para olur. Aşk amaç olmaktan çıkar ve araç olur. Aşkın asıl amacını ise para üstlenir. Kısa zaman içerisinde, bu yapmacık temel çöker ve sosyal sorunlar, artan psikolojik boyutlarıyla tüm çevreyi etkisi altına alır.
     Para bir yerde ise, tüm eğilimler o noktada birleşir. Kişilerde olmayan sahte bakışlar ve sahte gülümsemeler ile yapmacık hayat oyunu start alır. Temeli paraya dayandıran insanların ve toplumların kendi içlerindeki ilişkilerin neden yozlaştığını anlaması ise çok geç gerçekleşir.
İnsanlar günümüzde yaptığı her şeyin bir an önce sonuçlanmasını bekler. Duyguların yitirildiği ve vücudun tüm uzuvlarının maddi çıkarlara göre şekillendiği bu dönemde artık bireysel yaşamlar her yerde artmakta. Güven kavramı tarihi bir nitelik kazanmakta. Aldatmak ve kandırmak sıradan bir yaşam şekline dönüşmüş durumda. 
     Amaç ve araç yer değiştirirse sonuç ortada: İnsanı, insan yapan kavramları maddi kazanımlara alet etmenin sonucu ''İnsanlık'' ÖLDÜ.
Antropolog F.BAYCUMAN


Sorunun Kaynağı?

Lise bittikten sonra üniversite sınavlarına daha iyi hazırlanabilmek için dershaneye başvurmuştum. Kentte okumanın verdiği bir çok avantaj vardı. Üniversiteye gitmeden önce gözlemlediğim bir çok şey daha sonra bana belirgin bir yol gösterecekti.
         Dershaneye kayıt yaptırıp ilk dönem sayısal ağırlıklı alanda çalışmalar yapmaya başladım. Derslerin tamamen üniversiteye yönelik sınavda çıkacak sorular üzerine kurgulanmış olması bana gelecekte eğitimin çürük bir sürece gireceğinin sinyalini vermişti. Maalesef ezber orada da devam ediyordu. İlkokul yıllarından itibaren içimi yiyen, doğaya duyduğum hayranlık vardı; canlılar alemi, ilk canlılar, gelecek kuşakların durumu, biz kimiz gibi düşünceler beni hep meraklandırmıştı. İlk kez ansiklopedileri karıştırdığımda ellerim titremiş bilginin beni daha da derin düşüncelere yönlendirdiğini hissetmiştim. O zamanlar 11 yaşındaydım. 5. sınıfın ikinci dönemi idi, Fen dersinde Öğretmenimiz sormuştu; - Canlıların kendilerine ve çevrelerine verdikleri ani tepkiye ......... denir.
Ben tüm soruları cevaplamış, bu boşluğa da ''İLKİLME'' yazmıştım. Sorum tamamen çizilmiş '' 0 '' puan almıştım bu sorudan. Bütün dersler 5 olmasına rağmen FEN BİLGİSİ 4 ''iyi'' düşmüştü karneme. Öğretmenimiz bana bir harfin bile yanlış yazılması, çok yönlü anlamsızlıklara neden olur demişti. Boşluğa gelecek doğru yanıt İRKİLME idi. Yani ''R'' harfi yazacağıma ''L'' yazmıştım. Bana ders oldu. Bir kavram üzerine detaylı bilgiyi elde etmek o bilgiyi çok kolay ile getirmek ve konferans salonunda bile çok daha rahat izah etmek anlamındaydı.
       Öğretilen bilgiler, her zaman bilimsel çerçevede olmalı. O günü asla unutmadım. Yıllar çok çabuk geçti. Beynimde cevaplanması gereken çok soru vardı. Eğitimin dışında bir de sosyal problemlerin olduğu bir süreç yaşıyorduk. Kargaşa, çatışmalar vs...
Tabi ki bana aptalca gelen şeyler zaman geçtikçe, dünyayı tanımaya başladıkça belirgin birer problem olarak karşıma çıkıyordu.
Her şeye rağmen yağmurlu bir haziran günü gök gürlemesi altında sınava girdim. Heyecan vardı ama konsantrasyonumu iyi sağladım.
Ağustos sonlarına doğru kazandığımı öğrendim. Arkadaşlarla bir araya geldik. Hayallerimizi tartışıp durduk. Tüm evrakları tamamlayıp son defa kontrol ederek, yolculuğun bir yerden başlayıp serüvenlerin gittikçe artacağı yere geldik.
İlk gece arkadaşımla bir otelde kaldık.
Sabah uyandığımızda ben etrafıma baktım neredeyim ya ! burası nere..? Yatak ve oda garip gelmişti...
Biraz sonra kendime geldiğimde ha doğruya diye gülümsedim....:)
Sonra bir şeyler yedik. Üniversitenin yolunu tuttuk.. Üniversiteye gittiğimizde geniş bir kampüs ile karşılaştık. Bu beni heyecanlandırmıştı. Bilim yuvası böyle olur dedim kendi kedime... Sonra Fakülteler Rektörlük Binası, Üniversite Hastanesi derken bu çok büyük bir kampüse sahipmiş diye içimden gülümsedim.
Kendi Fakülteme gittim. Kayıt yaptıracaktım. Çevreme şöyle göz gezdirdim. Dışarıda belirli noktalarda kişiler vardı ama umursamadım. Öğrenciler dedim, onlarda kayıt yaptırıyorlardır diye düşündüm. Ben kaydımı yaptırırken aynı bölümü kazanmış arkadaşlarımla tanıştım. Kayıt işlemleri bitti. Dışarı çıktık etrafımıza bazı kişiler ellerinde broşür dergi gibi şeyler uzattılar. İlgilenmediğimi söyledim. Diğer bir taraftan bazı kişiler yaklaştı buyurun bizim yurda gidelim, Arka taraftan 2 kişi arkadaşlar size nasıl yardımcı olabiliriz diye sordular.. Yani anlayacağınız her gruptan kendilerine çekmeye çalıştılar bizi. :D
Tabi bu durum beni fazla ilgilendirmedi ilk etapta. Ne saçma bir şey dedim kendi kendime; ben bilimin yuvasına gelmiş kendimi daha iyi yetiştirmek için çabalarken başkaları grup kurmuşlar, örgütlenmişler burada, düşündürücü olmaya başladı. Kimisi Sosyalist, Kimisi Cemaatçi, Kimi Milliyetçi, kimi Vatansever kimi vs vs.
O gün düşündüm hem de çok düşündüm ve sordum: - Şu bilim yuvasında sorgulayıcı olmak hayat adın, bilim adına en büyük kazanımdı.
Mutlak doğru yok benim bilimsel bakış açımda. Mutlak doğru ancak ölümün ötesi de olabilirdi. Ben bir hipotez geliştirdim. O gün benim için doğru olan Tüm Dünyada doğru değilse sadece benim için doğru olması bir noktaya kadardır. O doğru sorgulanabilmeli. Belki bir çoğunuz verdiğim mesajı anladınız. Ama yine de açıklayayım; mutlak bir yönetim, hakim oluğu insanları saçma sapan eğitim programlarıyla köreltirse, eğitimin en önemli noktası olan üniversitelerde gruplaşmaların olması için çaba sarf edilirse ve bu beyinlerin tamamen bir birleriyle zıtlaşıp çatışacak zeminler hazırlanarak köreltilmesi çok büyük kayıplar olarak bize yansıyacaktır.
Biz sorunu bildiğimiz noktada soruna müdahale edemiyoruz. Üniversitelerde öğrenciler bilimsel eğitimden faydalanacakları yerde bazılarının kurbanı olmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Sistemi kuranlar başarılı oluyorlar. Bu kadar genç beyin doğru olguları eleştirip mutlak doğruya ulaşmaktan çekiniyor. Sosyal Problemlere yol açan ve nice insanımızın öldüğü günümüz Türkiye' sinde yazık ki çözüm üretilemiyor. Bu ülkede Yaşayan tüm vatandaşlar eşit haklara sahip olmak zorunda. Demokratik Devlet sistemlerinde bu böyle.- Tekrar soruyorum her kes eşit mi? Bir yöneticinin oğluyla Tunceli, Hakkari, İzmir'in veya Samsun' un bir köyünde yaşayan Yaşlı bir Amcanın genç oğlu aynı haklara sahip mi? Değil Yöneticinin oğlu tabi ki farklıdır diğerlerinden.
İşte bu nedenle Sorgulayıcı olmak gerekiyor. Kısacası bilinçli, eğitimli ve eşit haklara sahip bir toplum yapısı oluşturulmadan, milleti temsil eden midelerine düşkün millet vekilleri vicdana bürünmeden, En baştakiler buruşmuş yüzlerinde, samimi gülümsemeyi başaramayan, o yüzleri kızarmadan, hak adalet sağlanamaz.

Antropolog F.BAYCUMAN
   

Ezilen ve Ezenler


Yasama, yürütme ve yargı sistemi her zaman, ülkeyi soyandan yana çalışmıştır. Ekonomik huzur asla sağlanamamıştır. Dengesizlikler üst seviyededir. Bu durum, ülkenin kurulmasından bugüne dek süre gelmiştir.
         Ekonomik dengesizlik, öyle bir hal almış ki, bir noktada alın teri ile çalışan insanların kazanımı, geçimlerini zor sağlarken, vergi kaçırarak,  devleti soyarak, insanların alın terlerinin karşılığını vermeyerek, faiz ile ülkedeki ekonomik dengeyi alt-üst eden insanların, birikimleri ülke sorununu kökten halledebilecek boyuttadır. Ama mevcut yönetimler, bu durumlara sessiz kalıp, ülkeyi gerçek anlamda sevip, kanı pahasına koruyan insanlara hizmet etmekten uzak durup, devleti soyup soğana çevirenden yana olmuşlardır. Çark her zaman aynı şekilde işlemiştir. Bunu kanıtlayalım: Geçmişte bir memurun konumu ne ise, bu günde aynıdır. Bir devlet memuru, ömür boyu çalışır, ancak günün hesabını yapabilir, geçimini zor sağlayabilir. Asla bir evi olmaz, sürekli kira öder. Tatil yapma lüksü asla olmaz. Yaşamı boyunca  gece sabaha kadar rahat bir uyku çekmez. Ölünceye kadar eziyetten başka bir şey görmez.
           Öbür yandan, çalıp çırpan, vergi kaçıran, mafyacılık yapan, tüm kurum ve kuruluşlarda var olan bir kesim insanlar, üst düzey yöneticiler (Kamu ve özel sektör, Sektörler, Askeri yönetici ve Sözde sivil kuruluşlar) kazandıkça kazanırlar. Öyle ki yaşlanıp ölme vakitleri geldiğinde bu insanların mal varlıklarını fakir fukaraya değil, tekrar aynı sisteme hizmet edenlere bağışlarlar.
Çark bu şekilde döndükçe, çalıp çırpanlar sonunda bedelini ağır ödeyenler olacaklar, daha önceleri olduğu gibi...
           Bir de tutturmuş, ülkedeki bu ekonomik dengesizliğin oluşturduğu sıkıntılara, dil, din ırk ayrımı gibi nifak tohumları ekerek, ülkeyi iyice çıkmazın içine sürüklerler bu hırsız insanlar.
Yıllarca bu çatışma süre gelerek ödenen bedellerin hesabını kim verecek? Ülkede bu ikilemleri yaratıp insanları köle gibi harcayan, hapishanelerde işkencelere tabi tutan zihniyeti kim yargılayacak? Sorgusuz sualsiz, acı çekenler, ölenler ve hayatları alt-üst olan insanların hakkını kim alacak..?
          Her şey ortada. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk dönemlerinde insanlara eşit şartlarda hizmet edecek bir alt yapıyla kurulsaydı, mevcut anayasal düzenlemeler bu doğrultuda olsaydı, bu gün çok daha güçlü ve huzurlu bir ülke olurdu.
Bu ülkenin kurulmasında hayatları pahasına mücadele eden insanların torunları bu gün ezilirken, kuruluş döneminde ikilem yaratanlar, bu gün aynı zihniyetle torunlarının üst düzeyde yaşadığını görüyoruz.
          Türkiye Cumhuriyetinin, kendi içinde sorununu çözemeyen ülkeler kategorisinden çıkması için halkın emeğine saygı gösteren, dil, din ırk ayrımı yapmadan, eşit ekonomik dengeler kurabilen, parlamenter sisteme dayalı, anayasal düzenleme ile gelişmiş eğitim sistemi uygulaması getirebilecek bir yönetim ile mümkündür.
Antropolog F.BAYCUMAN

4 Kasım 2014 Salı

Antropoloji: Evrensel bir disiplin!

Bir ülkede Antropoloji'nin önemi ve konumu, o ülkenin Dünyadaki önemini, gelişmişliğini ve saygınlığını yansıtır. 

 Antropolog F.BAYCUMAN

27 Ekim 2014 Pazartesi

Antropoloji...


Antropoloji; İnsanı en iyi anlayan ve anlatan ''BİLİM'' dir.

2 Ekim 2014 Perşembe

ANTROPOLOJİ ÜZERİNE SESLİ DÜŞÜNCELER




ANTROPOLOJİ ÜZERİNE SESLİ DÜŞÜNCELER[1]

SİBEL ÖZBUDUN

“Yeni çareler bulamayanlar,

yeni kötülükler beklesin.”[2]

İtiraf etmem gerekir ki sizlere imreniyorum.

Ne işle uğraştığınız ya da ne eğitimi gördüğünüz sorulduğunda “Kadın doğumcuyum,” diyorsunuz ve soru dolu bakışlarla, bıyık-altı gülücüklerle, hayret ifadeleriyle karşılaşmıyorsunuz.

Hemen herkesin sizin ne yaptığınıza dair bir fikri var.

Ama bizim durumumuz öyle mi ya?

“Antropologum” dediğimizde, karşımızdakinin daha nasıl telaffuz edileceğini bilmediği bir kavramı terennüm etmiş oluyoruz.

Ve uzaydan gelmiş muamelesi görüyoruz, çoğunlukla.

Bu konuda en bilgiç olanlar, “Ha, anladım, ‘ırk bilimi’” deyiveriyorlar ya da - ki bu daha da zorlaştırıyor durumu.

“Irk”ın bilimi olamayacağını, antropolojinin “ırk”ları artık biyolojik olgular olarak kabul etmeyip onları birer toplumsal-kültürel inşa olarak gördüğünü ve “ırk”lardan çok, “ırkçılık” gibi insanlığın başına bela kavramlarla uğraştığını, diliniz döndüğünce anlatmak zorunda kalıyorsunuz…

Bir başka deyişle, antropolojinin “ne olmadığını” anlatıyorsunuz. Sonra genellikle bekliyorsunuz ki karşınızdaki “Peki o zaman antropoloji nedir?” diye sorsun. Hevesle bekliyorsunuz ki, siz de en azından ne işle uğraştığınızı, işinizin mızrak ucu, bumerang, ya da ne bileyim yazma koleksiyonu yapmak ya da kafataslarını ölçmek olmadığını; konunuzun “insan” olduğunu, insanı biyolojik, toplumsal ve kültürel bir bütün olarak görüp, farklı insan toplulukları arasındaki benzerlik ve farklılıkları anlamlandırmaya çalıştığınızı anlatın…

Her ne hâl ise, o soru bir türlü gelmiyor.

Çünkü karşınızdaki, “ırk” düşüncesini o denli içselleştirmiş oluyor ki, siz insanları adına “ırk” denilen bir takım fenotipik kategorilere bölmek için nesnel kriterlerden yoksun olduğumuzu anlatmaya kalkıştığınızda, karşınızdakinin ilgisini birden kaybediyorsunuz…

Şu hâlde Türkiyeli bir antropolog daha baştan iki sorunla yüklü olarak başlıyor.

Antropolojinin ne olduğuna ilişkin genel bir bilgisizlik ve onun “ırklarla uğraşan” bir bilim olduğuna dair yerleşik kanı…

Aslına bakarsanız, bu topraklarda antropolojinin hiç de kısa sayılmayacak bir geçmişi var. Bu geçmiş, aşağı yukarı Osmanlı’nın entelektüel açıdan modernleşme ve uluslaşma çabalarına denk düşüyor; yani XIX. yüzyılın son çeyreğine.

Daha da ilgincini söyleyeyim, bu toprakları antropoloji kavramıyla tanıştıran, tıpçılar olmuş. Özellikle eğitim görmek üzere Batı ülkelerindeki tıp fakültelerine gönderilip de orada Darwin’in, Lamarck’ın fikirleriyle tanışan tıp öğrencileri. Bunlar ülkeye döndüklerinde, bu fikirleri yaygınlaştırmak üzere kolları sıvayıp dergiler çıkarmış, kitaplar kaleme almışlar. Bunlar arasında Beşir Fuat, Subhi Ethem, Edhem Necat, Memduh Süleyman gibi isimleri sayabiliriz.

XIX. yüzyılın siyasal ve toplumsal altüstlükleri sonucu altüst olmuş, göçen bir coğrafyadan bir “ulus-devlet”, üzerindeki karmaşık demografiden de bie “ulus” yaratma çabasındaki kurucu kadrolar da bu çabalarında antropolojinin bütün disiplinlerinden yararlanmazlık etmemişlerdir.

Evet, Osmanlı’nın çöküş sürecinde Balkan, Kafkas ve Mezopotamya’dan göç eden karışık, çok-dilli bir nüfustan yekpare bir “ulus” yaratma çabasında antropolojiye de bolca müracaat edilecektir. Alman romantisizminden devralınan “homojen bir kültür, tekil bir genotip ve ortak bir tarihe sahip ulus” fikri, böylesi bir popülasyon için uygun bir form olmasa da, Cumhuriyet’in kurucu kadrosu elinden geleni yapmış, sık sık kurmacaya başvurarak da olsa, ulusal bir mitos yaratmayı büyük ölçüde başarmıştır.

Bu çabada zaman zaman aşırıya kaçıldığı da doğrudur; Türklerin brakisefal Alpin ırkı mensupları olup Orta Asya’da yaşadıkları, burada (gemicilik dahil?) bütün uygarlık sanatlarını geliştirdikleri, Orta Asya kuruyunca da tüm dünyaya yayılıp dünya uygarlıklarının çekirdeklerini oluşturdukları yolundaki, kuşaktan kuşağa aktarılan mitos ya da buna eşlik eden sefalik ölçümler merakı gibi… Bu, Türk antropolojisinin “altın çağı”dır. Uzun süre Darülfünun bünyesinde hizmet veren Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi, Cumhuriyet döneminde Ankara’da yeni kurulan DTCF’ne aktarılacak, yurtdışına (Atatürk’ün manevî kızlarından Afet Afetinan dahil) pek çok öğrenci antropoloji eğitimi için gönderilecek, Eugene Pittard, Papillaud gibi antropologlar ülkeye davet edilerek görüşlerine müracaat edilecektir.

Ne ki, yer yer, özellikle de Avrupa’da Nazizm-Faşizmi’in yükseliş sürecinde ırkçılığa dek varan antropolojik faaliyetler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya’nın yenilgiye uğramasıyla apansız terk edilir, daha doğrusu arkalarındaki resmî destek çekilir…

Türk antropolojisinin “gaibet çağı” başlamıştır. Bundan sonra yetişecek kuşakların aklında yalnızca silik bir “ırkbilim” imgesi kalacak tarzda unutuluşa terk edilir. Yeri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya liderliğine savunan ABD’nin “kalkınmacı” paradigmalarının etkisi altındaki sosyoloji tarafından temellük edilir.

Böylelikle Türkiye’de antropoloji, DTCF ve İÜ Edebiyat Fakültelerindeki 25-30 öğrenci dışında yerini kimsenin bilmediği, egzotik bölümler olarak varlığını muhafaza mücadelesi verecektir.

* * *

Evet, Türkiye’de antropolojinin serüveni, özetin özetiyle bu. Neyse ki, son dönemlerde bu alanda, disiplinin makus talihini yenme konusunda bir canlılık gözüküyor. Özellikle kalkınma çabalarının nihaî hedefinin “insan” olduğunun anlaşılması, ve insanın biyolojik ve sosyalin yanı sıra, kültürel bir varlık olduğunun ve kültürün, anlaşılmadığı ya da dikkat edilmediğinde, geri tepebilecek bir silah olabileceğinin görülmesi, antropolojiye olan ilgiyi yeniden canlandırıyor bu ülkede. Yeni bölümler açılıyor, puan tutturma kaygısıyla bilerek, isteyerek antropolojiyi seçen öğrencilerin sayısı da öyle. Antropolojiyle ilgili kitaplar oldukça ilgiyle karşılaşıyor.

O zaman gelin, söyleşimizin geri kalan kısmını, “ulus kuruculuk” misyonundan sıyrılmış bir antropolojinin “ne” olabileceğini tartışalım.

Antropoloji, aslına bakılırsa, bir dizi iç gerilimle, çelişkiyle yüklü bir alan.

XIX. yüzyıl sonunda biçimlenirken, “insanın biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün oluşturduğu” yolundaki holistik paradigmaya dayandığı için, kuruluşu itibariyle pek çok ülkede ilgili bölüm ya da kürsüler, biyolojik ve sosyal/ kültürel antropolojinin birlikte yürütüleceği tarzda tasarlanmış. Ancak her iki -hatta biraz ileride göreceğimiz üzere üç- alt disiplin, XX. yüzyıl boyunca farklı yönlere doğru oldukça uzman bir birikim sağladıklarından, ve epey farklılaştıklarından, biyolojik ve sosyal antropolojin birlikte yürütüldükleri her yer bu ikilemi yaşamakta.

Antropoloji alanının bir başka gerilimi de, sosyal ile kültürel arasındaki çelişki. Aslına bakarsanız bu çelişki, disiplinin farklı mekânlarda, farklı (pratik) gerekçelerle biçimlenmiş olmasından kaynaklanmakta. Şöyle ki, antropolojinin kaynak noktalarından biri, döneminde bir sömürge imparatorluğuna hükmeden ve farklı toplumsal ilişkileri, organizasyonları yönetme sorunuyla karşı karşıya olan B. Britanya. Bu nedenledir ki, Britanya antropolojisi toplumsal örgütleniş odaklıdır, kültürün toplumsal’ı destekleyiş tarzları üzerinde durur ve başından beri, “sosyal antropoloji” olarak adlandırılır.

Antropolojinin biçimlenişinde katkıda bulunan ikinci rasyonel ise, ABD’de çıkar karşımıza. XIX. yüzyılda kıtanın yerlilerinden sağ kalabilenler, ya asimile edilmişler ya da rezervasyonlarda toplanmışlardır. Bir zihniyetler dünyası, bir hayat bilgisi tarzı, bir yaşayış biçimi gözler önünde yok olup gitmektedir. İşte ABD antropolojisinin itimini, bu “yitip giden dünya”yı kayıt altına alma, belgeleme çabası sağlar. XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyılın ilk yarısı boyunca ABD’li antropologların yaptıkları, bir zihniyetler haritasını, yani “kültür”ü ortaya çıkartabilmektir. Nitekim 1950’li yıllarda ABD’li sosyolog Talcott Parsons, sosyal bilimler arasındaki işbölümünü tesis ederken sosyolojinin görevini “toplumsal yapı ve örgütlenmelerin”, antropolojinin görevinin ise “kültür”ün, yani tikel toplumların yaşam tarzlarını çizen zihniyetler dünyasının deşifre edilmesi olarak kurgulayacaktır…

Kapsama alanı bu denli yaygın olan antropolojide çelişki bitmez. Bir üçüncü önemli çelişkiye değinip ondan sonra izninizle, biraz “kültür” kavramı üzerinde durmak istiyorum.

Üçüncü önemli çelişki, “psişik birlik” ile “görecilik” arasındaki çelişkidir. Hemen her antropolojiye giriş kitabı, “her insanın, homo sapiens sapiens türünün bir üyesi olmakla eşit olarak insan olduğu ve temel kimi zihinsel ilkeleri paylaştığını” söyleyerek başlar işe. Yani yeryüzünde tüm insan toplulukları bir dile, açık ya da örtük kurallara sahip belirli bir toplumsal örgütlenme tarzına, toplumsal denetim mekanizmalarına, üremeye ilişkin belirli kurallara, doğaüstüne ilişkin inanışlara vb. sahiptir ve bu açıdan birbirine benzer…

Buna karşılık antropoloji aynı zamanda kültürel görecidir; yani her bir topluluğu birbirinden ayırt eden ve her biri diğeri kadar meşru kabul edilmesi gereken farklı tarzlara, inanışlara, değer yargılarına vb. sahip olduğunu, yani kültürel göreciliği va’zeder. “Psişik birlik” ya da “evrenselcilik” eğilimi ile “görecilik” eğilimi sosyo-kültürel antropoloji içerisinde süregen bir çekişme kaynağıdır ve diyebilirim ki ne kadar antropolog varsa, bunların hangi dozajda karıştırılması (ya da hiç karıştırılmaması) gereğine dair o kadar farklı fikir vardır!

* * *

Her ne hâl ise, bu denli karmaşık (ve itiraf etmek gerekir ki, çok farklı rasyonellerin birleşmesiyle biçimlendiği için eklektik) bir yapılanışa sahip bir disiplinin sosyal/ kültürel dalının ana konusunun “kültür” olduğu fikri, günümüzde artık genel kabul görmüştür. Ama sorunların bununla bittiğini sanırsanız, yanılırsınız; çünkü bu kez “Kültür nedir?” sorusu çıkar karşımıza… En ilginç antropolojik “şaka”lardan bir tanesi, iki ABD’li antropologun, Kroeber ve Kluckhohn’un 1960’lı yıllarda yaptıkları tasnifte 164 farklı “kültür” tanımına rastlamış olmalarıdır. Varın günümüzde bu sayının kaça çıkmış olabileceğini siz hesap edin!

Belki sizlere göre biz sosyal bilimcilerin bir avantajı var: bizim tanımlarımızın çeşitli olması, insanı öldürmüyor. Öyle ya, siz örneğin bir komplikasyonu farklı tanımladığınızda ucu ölüme dek varabilen ciddi sorunlar çıkabiliyor ortaya. Bizler ise tartışıyoruz… aylarca, yıllarca. Sonra neden tartıştığımızı, hatta tartışma konumuzu bile unutup başka bir boyutta sürdürüyoruz tartışmayı!

Şaka bir yana, sosyal bilimlerde tanımların çeşitliliği, kuramsal yaklaşımların çeşitliliğiyle bağlantılı bir durum, bir başka bir deyişle, sosyal bilimlerde tanımın doğru olmasından çok yaklaşımın tutunumlu olması önemsenmekte - ya da postmodernizme kadar bu böyleydi. Bir başka deyişle, eğer antropolog toplumların fiziksel-biyolojik çevrelerine uyarlanma süreçleri üzerinde odaklanmayı öngören bir yaklaşım benimserse, kültürü “toplumların çevrelerine uyarlanma stratejilerinin bütünü” olarak tanımlayacak; yok sosyalizasyon ve kişilik biçimleniş süreçlerini önemsiyorsa, kültürü “topluma yansıtılmış kişilik” olarak tanımlamayı yeğleyecek vb. dir.

Ama işi daha fazla karıştırmayayım. Ben burada bir “kültür” tanımı vermektense, siyasal kullanıma bir hayli açık olan kavramla ilgili iki yanılgıyı tartışmak istiyorum. Böylelikle, antropolog bakışının en azından gündelik yaşamımızda sorgusuz kabul ettiğimiz yalınkatlıklarla erde ebilmemizde nasıl yardımcı olabileceğini göstermeyi umuyorum…Tartışmak istediğim; “ulusal kültür” ile “küresel kültür” kavramları…

Kapsamı son derece geniş ve neredeyse sonsuz ölçüde esnetilebilir, ne ki/ dolayısıyla bir o kadar da muğlak bir kavram olan kültür, aynı zamanda çeşitli güçlerin hâkim olmaya çalıştığı bir mücadele alanıdır da. Örneğin, “ulus-devlet”in kurucu ideolojisi, az önce de belirttiğim gibi, kültür üzerinde ezelî ve ebedi bir “tekel” oluşturma savındadır. Çünkü “kültür” özellikle ulus-devletleşme sürecine gecikmeli giren toplumlarda, bir “kurucu öge” sayılagelmiştir. *Adam Kuper, bir yapıtında, bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir Afrika ülkesinde bir yerli aydının çevresindekilere “Kendimizi batılıların “kultur” dediği şeyle donatmalıyız,” deyişini aktarır.* Bu tip toplumlarda kültür kavramının ulusun “ruhu” olarak tinselleştirildiği gözlemlenir. Bu “ruh”un bütünlüğü, saflığı titizlikle korunmalı, yabancı kültürler tarafından “kirletilmemesi”ne özen gösterilmelidir. Nitekim, Ziya Gökalp’in “ erde zihin ne ise cemiyette de hars (kültür) odur. Binaenaleyh, zihnin fazla inkişafı ferdî seciyeyi (karakteri) bozduğu gibi, medeniyetin fazla bir inkişafı da milli harsı bozar. Milli harsı bozulmuş milletlere dejenere milletler denir,”[3] sözleri tam da ulus-devlet kuruculuğunun bu “doğrultusu”na denk düşmektedir. Ziya Gökalp geleneğinin izleyicisi “milli kültür”cüler, her zaman “Batı uygarlığı” olarak okudukları medeniyeti “teknoloji”ye eşitleyerek, bunun “dengeli” ve “milli kültür”e ters düşmeyecek, onu bozmayacak ölçüde ve tarzda ithâlini savunagelmişlerdir.

“Milli kültür”cülük saflığını salt “dışarıya” karşı değil, “içeriye” karşı da koruma girişimidir aynı zamanda. Çünkü, bilindiği üzere, pek az “ulus-devlet” etnik açıdan “saf” sayılabilecektir; yeryüzündeki ulus-devletlerin hemen tümü, birden fazla etnik/ kültürel unsurdan oluşmaktadır. “Milli” kültürün inşaı sürecinde, bu etnik unsurlar arasında başat olanın, yani “ulus kurucu” etnisitenin kültürü referans alınır; çoğunlukla diğer etnilerin kültürlerinin yok sayılması ve/ veya yok edilmesi pahasına.

Dahası, “devlet”in kapsama alanı olarak “ulus”, tarihsel olarak kültürel bir kendilik oluşturamayacak kadar geniş bir birlikteliğe yayılır. Oysa, “milli kültür” tanımlamasının talihsizliği şuradadır ki, bu hâliyle, yani homojen olarak tasarlanan bir kültür, kendisini vasıflandıran “millet/ ulus”un, en azından varsayımsal bir geçmişte onu biçimlendirecek ölçüde darlığını, diyelim ki yüzyüzeliğini gerektirir. Yani en fazla bir soy ya da “boy”a, bir aşirete, bir aşiretler konfederasyonuna, bir köy yerleşimine, sınırlı bir teritoryal birliğe vb. gönderme yapabilir. Oysa “ulus” bu sayılanlardan çok daha geniş ve heterojen bir biçimleniştir. Dolayısıyladır ki, Benedict Anderson’un deyişiyle, uluslar “tahayyül edilmiş” cemaatlerdir ve bu hâllleriyle (çok farklı bölgeleri, farklı tarihleri paylaşan etnik grupları, ulusal sınırların dışına taşan paylaşılan dinsel aidiyetleri, toplumsal, kültürel bağları vb. kapsadıkları için) kültürel açıdan “saf” addedilmeleri, bir tahayyülden ibarettir; “ulusal kültür” de ideologlarının imal ettiği bir kurmacadır gerçekte. (Gerçekte ne denli küçük, coğrafi açıdan ne denli izole bir topluluğa gönderme yaparsa yapsın, “saf bir kültür”den söz etmek abestir. Tüm insan toplumları, gereksinimlerini mübadele ettikleri, birbirlerine kadın alıp verdikleri ya da savaştıkları bir toplumsal çevreye sahiptirler; ta insanlığın uzak geçmişindeki taş devri topluluklarına dek… Ve ister barışçıl, ister savaşçı, her “temas” aynı zamanda bir kültürel alışveriştir.)

* * *

Dedim ya, “kültür” çapraşık, tuzaklı bir kavram. “Milli kültür”cüler, onu saflaştırmaya çabalayadursunlar, küreselleşmeciler de onu “çoğulluk/ çoğulculuk” görüntüsü içinde tektipleştirme, tüm yerküreye yayılan bir “tüketim kültürü”ne dönüştürmeye çalışırlar.

“Küreselleşme”nin, kültürel azınlıkların sesini daha duyulabilir kıldığı, gelişen iletişim teknolojisi sayesinde yeryüzünün her bucağından insanların birbirleriyle temasa geçtiklerini, birbirlerinin kültürlerini daha yakından tanıma olanağını bulduklarını, kısacası “ulus-devlet”in etkinliği sönümlenmeye yüz tuttukça, ulusal pazarlar tek bir dünya pazarı hâlinde entegre oldukça, kültürlerin, kültürel ürünlerin daha bir sınır tanımazlaştığı yolundaki “küreselleşme güzellemeleri”nin yabancısı olamazsınız. “Bakın,” derler bunlar, “artık dünyanın neresinde olursanız olun, internet sayesinde çok uzak diyarlardan dostlar edinebilir, bir markete girdiğinizde dünyanın dört bucağından gelmiş ürünler satın alabilir, sözgelimi konserve kiwi yiyebilir, evinizin bir köşesine ahşap bir Afrika heykeli yerleştirebilir, Sahra-altı yerlilerinin müziğini dinleyebileceğiniz bir kaset edinebilir, Hint sarilerine bürünebilir ya da İnka yerlilerinin ördüğü kazaklarla ısınabilirsiniz. Brezilya halk danslarını, Japon dramasını, Samoyed göçerlerin yaşam tarzını, Kuzey Amerika şamanlarını, BaMbuti avcı-toplayıcılarının avlanma tekniklerini tanıtan belgeseller elinizin hemen altında. Hatta ulaşım teknolojisi öylesine gelişti ki, dilerseniz -ve tabii paranız varsa- turlara katılıp bu yaşantıları yerinde izleyebilirsiniz; en azından turistler için yeniden canlandırıldıkları hâllleriyle… Yeryüzü hem tek bir kültür hâlinde bütünleşirken, hem de şimdiye dek marjinal kalmış, seslerini duyuramamış kültürler daha görünür hâle geliyor. Küreselleşme, kültürleri birbiriyle kaynaştırıyor.”

Bu doğru mu? Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin kültürel etkileşimi ve erişilebilirliği şimdiye dek olmadığı kertede hızlandırıp yoğunlaştırdığı, kuşkusuz doğru; ancak kültürleri piyasanın talepleri doğrultusunda tektipleştirdikleri de. (Başka) kültürlerin ürünleri, tam da ancak “ürün”, daha doğrusu “meta” özelliği edindikleri, yani piyasada alınıp satılır hâle geldikleri ölçüde, Pazar içinde “görünebilir”leşmekte. Küreselleşme süreci, kültürlerin piyasayla uyumsuz yönlerini ise, görülmedik bir hızla yok ediyor. Kuşkusuz, kapitalizmle ilişkili olmayan ortam ve zihniyetlerin kültürel ürünleri, özgün bağlamlarından kopup piyasa için üretilir hâle geldikçe sakilleşiyor, “kitsch”leşiyorlar. Kuzey Amerika yerlilerinin artık düşleri yakalamak için değil, hediyelik eşya olarak imal edilen “düş ağları”; Avustralya aborijinlerinin sihrini yitirmiş bumerangları, konserve ya da “fast-food” Hint yemekleri, turistik kasabalarda vitrinlerde sac böreği açan köylü kadınlar, meraklı turistlere geleneksel dans gösterileri düzenleyen, ya da onlara artık yağmur yağdırma güçlerini yitirmiş tahta heykellerini pazarlamaya çalışan Sahra-altı Afrikalıları… Her biri, Kuzey’li homo consummerus’un metalaş(tırıl)mış “serüven” tutkusunu kâra tahvil etmeye yönelik devasa bir endüstrinin görünmez dişlilerine dönüştürülmüş değiller mi? Ve her birinin ömrü, her zaman daha fazlasını, daha gösterişlisini, daha görkemlisini arzulamaya ve elde etmeye/ satın almaya koşullanmış tüketim tutkusunun kullanım süresiyle sınırlı değil mi?

* * *

Evet kültür üzerine düşünmenin, bol bol düşünmenin, antropoloji geleneklerinin bize öğrettiği tarzda eleştirel düşünmenin bir faydası bu: ideolojik kestirmeciliklere teslim olmamayı öğreniyor insan… Bu ise, bir an için hiçbir pratik fayda sağlayamayacağını düşünseniz bile, insanın, her türlü içsel ve dışsal sınırlandırma girişimine karşı yazgısını kendi ellerine alma serüveninde önemli bir katkı sağlıyor. Bana kalırsa salt bunun için dahi, antropoloji bilgisi ve düşüncesi yaygınlaştırılmaya değer…

N O T L A R

[1] 2 Haziran 2009’da H. Ü. Kadın Doğum bölümü seminerinde yapılan konuşma metni… 3 Kasım 2011 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’de yapılan konuşma… Kaldıraç, No:124, Eylül 2011… Odak, SN:13, Eylül 2011…

[2] (Bacon.)

[3] Akt. S.Aydın, “Bir Kavramın Bunalımına Dair Düşünceler: Tarih Karşısında Kültür Kavramı”, Toplum ve Bilim, 2002: 94