19 Kasım 2014 Çarşamba

BİR ALIÇ HİKAYESİ / KURUCA DAĞI 19.10.2008


BİR ALIÇ HİKAYESİ.
   Alıç toplamaya gidiyoruz....
Rüzgarın uğultusu, konağın dış duvarlarından, pencere kenarındaki çatlaklardan kulağıma geldiğinde zaman akıp geçmiş, gece uyuyamamıştım. Şimdi vakit sabahın şafağı...
Henüz yıldızlar kaybolmaya başlamış, horozlar ötüyordu, gök yüzüne pencereden bakıp havanın kapalı olup olmadığını kontrol ediyordum. Bulutlar kapatmışsa maviliği, gezimiz iptal olurdu. Çıkamazdık ya! yağmur bulutlarının, sonbahar şimşeğinin şiddetli sesleriyle, doluları, yamaçlara serperken...
Evet, bulutlar dağınık halde, gökyüzünde süzülüyorlardı. Alıçlar bizi bekler şimdi. Tadına doyum olmazdı alıcın. Artık güneş yükselmiş, sabahın güzelliği ortaya çıkmıştı. Sobalar kurulmuş, üzerine ekmeği atıp ısıttıktan sonra arasına çökelleği banardık. Sonra közde kaynamış, berrak suyla demlenmiş çayın tadı başka olurdu. Bazen ısınmış ekmeği çiğnerken çayı üzerine yudumlayınca ağzımızı yakardık.
Kahvaltının huzuruna diyecek yoktu. Şöyle günümüzde ki gibi, bir yığın kahvaltılık olmazdı. Çay, şeker, ekmek ve çökellek... Bunlar yetiyordu.(Yıllar sonra, buradan yola çıkarak, insanların neden her zaman huzursuzluk içinde olduklarını çözmüştüm artık. Kanaat getirmeyip, elindekiyle yetinmeyi becerememek, bu huzursuzluğun asıl nedeniydi.)
Konağın bir çardağı vardı. Merdivenlerden aşağı inerken, hemen ahırın küçük penceresi gözüme ilişirdi. Sanki o karanlık, küçük pencereden her baktığımda bir şey gelip beni yiyecek hissine kapılırdım ve tüylerim ürperirdi...
Arkadaşlarımızla toplanmıştık, Uzun yolculuk başlamıştı. Yolda içimiz kıpır kıpır, heyecandan türküler söyleyip gidiyorduk. O kadar yürekten okurduk ki anlatılamaz o duygu. Sararmış yaprakların görüntüsüyle, esen sert rüzgarın tenimize dokunuşuyla yol alıyorduk. Artık meraların, olduğu kısımlara gelmiştik. Oradan yukarılara daha da yukarılara çıktık. Karaboğa Dağlarının gevenlerini görmeye başlamıştık artık. Rüzgar, orada çok daha farklı esiyordu, kurumuş geven dikenlerinden, kurumuş kengerlerden süzülen rüzgar, adeta melodik ses olarak kulağımıza fısıldıyordu...
Berivanların yaz dönemlerinde gelip süt sağdıkları beriler, boş duruyordu. (Beri her iki tarafı sur olan açıklıktır. Koyunlar  ya da keçiler o surların arasından geçirilerek düzenli ve sorun çıkarmadan, bir kişi başlarını tutarak, berivanlar tarafından sağılırlardı.)
Sonbaharda  öten kuşlarda yoktu artık. Göç etmişlerdi sıcak bölgelere. Halbu ki  mayıs-haziran aylarında yavrulama dönemlerinin sonuna kadar cıvıl cıvıl sesler ve bir çok kuş türü olurdu.
Bunları yazarken içim gidiyor, özlüyorum çocukluğumu ve o güzel günleri. Sanki cennet o günleri yaşadığımız yermiş gibi geliyor bana. Her şey saf ve doğaldı. Arkadaşlıklar çok samimi ve dürüstlükle sürdürülürdü, misafirperverlik vardı. Oda sohbetleri her şeye değerdi. Hem biz günümüz çocukları gibi değildik. Saygıyı iyi bilendik, sevgiyi en güzel şekilde yaşayandık. ’’Günümüz çocukları, medyanın etkisiyle, teknolojinin kötü kullanımından dolayı o duyguları taşımıyorlar artık. ‘’ (Gelecekte robotlaşmış duygusuz insan kitleleri haline dönüşecekler.)
Biz alıca dönelim, Artık Kurt Kalesinin olduğu kayalık bölgedeyiz. Etrafımızı kontrol edip kayalıklarda oturduk .O anda Kupık, Kure Mahmud Ağa, Canbelli, Kuruca Dağının doruklarını seyrediyoruz. Ardımızda da Kork mezrası ve Turkan görünüyor hafiften....
Yola devam ettik. İlerledik arada küçük çalılar görüp seviniyoruz ama yanına gittiğimizde bir alıç bile yok...
Saat öğle vakitlerine yaklaşmış, bizde yorulmuştuk. Bir şeyler atıştıralım diye durduk. Daha önce ekmek ve çökellekten hazırlattığımız toplarımızı kuru kuru yemeye başladık. Çiğnedikçe tadı başka olurdu...
Bir yamaca doğru geldiğimizde üzerinde turunç renkte büyük alıçların olduğu alıç ağacını gördük. Olgunlaşan alıçlara, ağacı hafif silkeleyince  ulaşmak kolay oldu, hepsi yerlere serildi  ve biz bu taze alıçları arada bir atıştırıp toplamaya başladık. Küçük çuvallar vardı bizde. Çuvallarda sıkışan alıçlar yürüdüğümüz her dakikada kokusu yayılmaya başladı. Kokusu da çok güzel mübarek meyvanın...
Artık eve dönmenin zamanı gelmişti, gökyüzü bulutlarla kaplanmaya başlamıştı. Biz yine türküler söyleyerek yolumuza devam ettik. Karaboğa ardımızda kalıyordu ihtişamlı bir şekilde. Artık köyün yukarısındaki çayırlara ulaşmıştık... Yaz kış sürekli akan çeşmelerimiz bu bölgede mevcut. Orda suyumuzu içtik doya doya...
Alıç getirdiğimiz için keyfimize diyecek yoktu. Arkadaşlarımla vedalaşıp Konağın önüne geldim. Yaşlı Konak bana bakıyordu. Merdivenleri yavaş yavaş tırmanıp, salona geldim. Odanın kapısını gıcırdayarak araladım...Ocakta çaydanlık kofur kofur kaynıyordu...
Alıç Hakkında!
Alıç, Türkiye’nin birçok bölgesinde yetişen yabani bir meyvadır. Çekirdeği sert bir yapıya sahip 3 veya 4 parçalıdır. Turunç, krem rengi ve kırmızı ya yakın renklerde olduğu gibi sarımtırak renkte de çeşitlilik gösterir. Tadı ekşimsi tatlıdır. Lezzetlidir. Çerez niyetine yenilebilir. Reçel, hoşaf, turşu gibi tüketim alanlarında kullanılabilir.Şifa niyetiyle kullanılabilir. Alıç, özellikle meşeler yapraklarını kızıla bürüdüğü, sonbahar yağmurlarının ve sert havaların artık kendini  gösterdiği dönemlerde olgunluğa erişir. Alıç hikayeleri her zaman anlatılırdı Doğuda.

KURUCA DAĞI / BİR ALIÇ HİKAYESİ
19.10.2008
F.BAYCUMAN (Antropolog)
Not:İzinsiz yayınlanamaz!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder